Yönetmen: Atsushi Wakabayashi
Stüdyo: Aniplex
Tür: Macera, Fantastik
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: 26
Anime Puanı: 10/6
Guin Saga, Japon yazar Kaoru Kurimoto’nun en büyük başyapıtlarından biri. 1979 yılında yazmaya başladığı Guin Saga toplam 130 cilt planlanırken, yazarın Haziran 2009 yılındaki ölümü sebebiyle hikâye 126 ciltte şimdilik son buldu. Guin Saga’nın kitapları dünya üzerinde toplan 28 milyon satarak büyük bir başarıya da imza attı. Guin Saga’nın ayrıca 3 ciltlik mangası ve inceleme altına alacağımız 2009 yapım bir animesi bulunmaktadır.
Guin Saga’nın animesi de kitapları ile paralel gidiyor. Mongoul imparatorluğu Parros imparatorluğuna ani bir saldırı düzenlenmiştir ve Parros kısa süre içerisinde Mongoul hâkimiyetine yenik düşmüştür. Parros’un ikiz incisi denilen Prens Remus ve Prenses Rinda, son anda 3000 yıllık antik bir makine olan Crystal sayesinde saraydan ışınlanmışlardır. Fakat ittifak ülke Argos’a gidecekleri yerde Mongoul ormanlarına ışınlanırlar. Burada yollarını ararlarken Mongoul askerleri tarafından bulunurlar ve tam esir alınacakken ormanın içinden ansızın çıkan leopar maskeli bir adam tarafından kurtarılırlar. Leopar maskeli adam adının Guin olduğunu söyler ama dövüş yetenekleri ve “Aura” kelimesi dışında hiçbir şey hatırlayamamaktadır. Böylece Rinda ve Remus’u Argos’a gitmeleri için eşlik eder ve bir yandan da geçmişini ve neden yüzündeki leopar maskesini çıkaramadığını bulmaya çalışır.
Guin Saga, karakter ve içerik bakımından çok zengin bir anime. Her ülkenin önemli insanları, generalleri, büyücüler, Semi kabilesi, diğer kabileler gibi birçok önemli insan ve insanlar mevcut. İçerik olarak da çok derin bir kurguya sahip ama anime serisi maalesef bunları yansıtamayacak kadar kısa. Bölüm sayısı aslında az değil ama demek istediğim öyle çok kitabı var ki, anime serisi bittiğinde olan bitenin belki de çeyreğini bile anlatamadan son buluyor. Devam eden bir manga da olmadığı için ve kitaplarının Türkçesi bulunmadığından (İngilizceye sadece 5 cildi çevrildi) öylece kalıyorsunuz ve olan biteni öğrenemiyorsunuz.
Görsellik bakımından ise Guin Saga çok zayıf. Öyle ki o kadar savaş ve şiddet içeren bir anime ama gram kan göremezsiniz. Tamam, etraf kan gölüne dönmesin ama bir insana kılıç saplanınca yere birkaç damla kan damlamıyorsa veya kılıcın ucu azıcık dahi olsa kan olmuyorsa bu işte bir terslik vardır. Yani Guin milleti çıplak elleriyle perişan ediyor, kılıcı ile ikiye bölüyor ama etraf tertemiz, pırıl pırıl. Bu olay bana çok anlamsız geldi. Zaten Guin bölümler ilerledikçe daha az çıkmaya başlıyor ve politik olaylar daha ön plana çıkarken olan savaş sahnelerinin de komik duruma düşülmesi serinin kalitesini maalesef düşürüyor.
Sonuç olarak Guin Saga’yı aslında Berserk’in yaratıcısı Kentaro Miura’nın kendi eseri üzerinde çok etkisi olduğunu belirttiği için izledim. Ve izlemeden önce seriden çok ümitliydim çünkü Berserk en favori animelerim arasında. Fakat maalesef geçtikleri fantastik dünya dışında aralarında gram benzerlik yok. Sonuç olarak Guin Saga’yı açıkçası izlemezseniz bir şey kaybetmezsiniz. Onun yerine Berserk izleyin.
29 Kasım 2009 Pazar
21 Kasım 2009 Cumartesi
Street Fighter II - V
Yönetmen: Gisaburo Sugii
Stüdyo: Capcom
Tür: Dövüş, Aksiyon, Macera
Yapım Yılı: 1995
Bölüm Sayısı: 29
Anime Puanı: 10/5
Stüdyo: Capcom
Tür: Dövüş, Aksiyon, Macera
Yapım Yılı: 1995
Bölüm Sayısı: 29
Anime Puanı: 10/5
Yaz mevsiminin başıydı, PlayStation 2 bozulunca mecburen kendimizi Super Nintendo’muza ve doğal olarak Street Fighter dövüş oyununa verdik. Street Fighter hevesimiz artınca tabi hemen anime serisini de indirip izlemeye başladık. Gayet heyecanla başladığımız Street Fighter II oyununun “Street Fighter II – V: Victory” adlı anime serisini maalesef hayal kırıklığı ile kapattık.
Anime Mikunai adasında antrenmanına devan eden Ryu’nun, Amerika’daki en iyi arkadaşı Ken tarafından bir mektup alması ile başlıyor. Mektupta Ken, Ryu’yu Amerika’ya davet etmiştir. Birkaç senelik ayrılık sonucunda yeniden bir araya gelen Ryu ve Ken, eğlenmek için San Fransisco gecelerine akarlar ve bir bara girerler. Barda ikilimiz ve bazı askerler arasında kavga çıkar ve ikili onların icabına bakar. Fakat karşılarında Guile adında ummadıkları bir rakip bulunca deyim yerindeyse feleklerini şaşırırlar. Böylelikle Ryu ile Ken, Guile gibi güçlü savaşçılarla karşılaşıp onlarla dövüşmek için dünya turuna çıkarlar.
Animenin konusu aslında oyunlardaki gibi klasik dünyayı gezerek değişik dövüşçülerle savaşmak. İş buraya kadar iyi fakat bölümler ilerledikçe ve Ryu “Hadouken (aduket)” öğrenince her bölüm o inanılmaz uzun hadouken çekme sahnesini izliyoruz ve açıkçası atmosfer bir hayli düşüyor. Birde Ken arkadaşımız sürekli “siyaaaa-set” diye oradan oraya uçunca artık sinirden bizlerde evde siyaa-set diye sağ sola uçmaya başladık. Kısacası demek istediğim ilk on – on beş bölümden sonra bölümler sürükleyiciliğini kaybediyor ve boyna doldurulan tekrarlarla seri çekilmez hale geliyor.
Çizimler ise serinin en kötü tarafı çünkü diken saçlı bir Ryu ve kahverengi saçlı bir Ken’i daha önce hiç görmemiştim. Açıkçası yüz ifadesi olarak Bison ve Dhalsım dışında seride kimse orijinaline benzemiyor. Bu arada Honda ve Blanka da es geçilmiş. Ayrıca dikkatlice izlerseniz havaalanında arka planda veya hastanede kolu kırık bir şekilde figüran Akuma’yı görebilirsiniz. Evet, yanlış duymadınız. Koskoca Akuma hiç kıpırdamayan ve dikkat edilmez ise gözükmeyen arka plan karakteri olarak kullanılmış. Müziklerde de maalesef pek iş yok. Sürekli aynı melodi çalıp duruyor.
Özet olarak Street Fighter II – V bana göre vasatı aşamamış bir anime. Gerek hikâye akışının giderek saçmalaması ve “flashback”ler ile sinir bozucu hadouken hareketinin dakika başı karşımıza çıkması ile ve karakterlerin orijinaline benzememesi ile bana göre sınıfta kalmış bir anime. Hatta beraber izlediğim kardeşim, anime bittiğinde sevinç içinde Ken gibi “siyaa-set” diye bağırarak odadan koşarak ayrıldı. Peki bu animeye neden beş puan verdim diye sorarsanız kısacası Street Fighter oyunlarına olan saygımdan dolayı diyebilirim. Gönlüm daha düşük vermeye razım olmadı. Neyseki yeni Ps2 alındı ve bu defter çabuk kapatıldı.
Anime Mikunai adasında antrenmanına devan eden Ryu’nun, Amerika’daki en iyi arkadaşı Ken tarafından bir mektup alması ile başlıyor. Mektupta Ken, Ryu’yu Amerika’ya davet etmiştir. Birkaç senelik ayrılık sonucunda yeniden bir araya gelen Ryu ve Ken, eğlenmek için San Fransisco gecelerine akarlar ve bir bara girerler. Barda ikilimiz ve bazı askerler arasında kavga çıkar ve ikili onların icabına bakar. Fakat karşılarında Guile adında ummadıkları bir rakip bulunca deyim yerindeyse feleklerini şaşırırlar. Böylelikle Ryu ile Ken, Guile gibi güçlü savaşçılarla karşılaşıp onlarla dövüşmek için dünya turuna çıkarlar.
Animenin konusu aslında oyunlardaki gibi klasik dünyayı gezerek değişik dövüşçülerle savaşmak. İş buraya kadar iyi fakat bölümler ilerledikçe ve Ryu “Hadouken (aduket)” öğrenince her bölüm o inanılmaz uzun hadouken çekme sahnesini izliyoruz ve açıkçası atmosfer bir hayli düşüyor. Birde Ken arkadaşımız sürekli “siyaaaa-set” diye oradan oraya uçunca artık sinirden bizlerde evde siyaa-set diye sağ sola uçmaya başladık. Kısacası demek istediğim ilk on – on beş bölümden sonra bölümler sürükleyiciliğini kaybediyor ve boyna doldurulan tekrarlarla seri çekilmez hale geliyor.
Çizimler ise serinin en kötü tarafı çünkü diken saçlı bir Ryu ve kahverengi saçlı bir Ken’i daha önce hiç görmemiştim. Açıkçası yüz ifadesi olarak Bison ve Dhalsım dışında seride kimse orijinaline benzemiyor. Bu arada Honda ve Blanka da es geçilmiş. Ayrıca dikkatlice izlerseniz havaalanında arka planda veya hastanede kolu kırık bir şekilde figüran Akuma’yı görebilirsiniz. Evet, yanlış duymadınız. Koskoca Akuma hiç kıpırdamayan ve dikkat edilmez ise gözükmeyen arka plan karakteri olarak kullanılmış. Müziklerde de maalesef pek iş yok. Sürekli aynı melodi çalıp duruyor.
Özet olarak Street Fighter II – V bana göre vasatı aşamamış bir anime. Gerek hikâye akışının giderek saçmalaması ve “flashback”ler ile sinir bozucu hadouken hareketinin dakika başı karşımıza çıkması ile ve karakterlerin orijinaline benzememesi ile bana göre sınıfta kalmış bir anime. Hatta beraber izlediğim kardeşim, anime bittiğinde sevinç içinde Ken gibi “siyaa-set” diye bağırarak odadan koşarak ayrıldı. Peki bu animeye neden beş puan verdim diye sorarsanız kısacası Street Fighter oyunlarına olan saygımdan dolayı diyebilirim. Gönlüm daha düşük vermeye razım olmadı. Neyseki yeni Ps2 alındı ve bu defter çabuk kapatıldı.
14 Kasım 2009 Cumartesi
Red Garden
Yönetmen: Kou Matsuo
Stüdyo: Gonzo
Tür: Dram, Gerilim
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: 22
Anime Puanı: 10/9
Red Garden adlı animede sıradan ve birbirlerinden tamamen farklı dört kızın hayatlarının aniden nasıl değiştiğine tanıklık ediyoruz. Kate, Rose, Rachel ve Claire, New York’ta, Roosevelt Adası’nda bulunan özel bir okulda okumaktadır. Bu okula ya çok zenginler ya da burs kazananlar gidebilmektedir. Günün birinde uyandıklarında Kate ve diğer kızlar nedenlerini bilmedikleri halde kendilerini tuhaf hissederler. Ayrıca hiçbiri dün geceyi hatırlayamamaktadır. Aynı gün okullarında okuyan Lise adlı bir öğrencinin ormanda cesedinin bulunduğunu duyunca kızlar iyice huzursuzlaşır. Gün bitip gece olduğunda dört kızda aniden ortaya çıkan kelebekler görmeye başlar ve nedense içlerinde onları takip etme hissi uyanır. Dört kızda kelebekleri takip eder ve dördü de kendilerine aynı yerde bulur. Kate, Rose, Rachel ve Claire aynı yerde olduklarına çok şaşırır ve her dördünü de aynı yere kelebeklerin getirmiş olması hem şaşkınlıklarını arttırır hem de onları ürkütür. Ne olduğunu anlamayan kızların karşısına Lula adında bir kadın ve JC diye hitap ettiği bir adam çıkar. Lula kızlara en beklemedikleri şeyi söyler. “Hepiniz bir kez öldünüz ve yeni hayatlarınız sizin elinizde. Artık ya öldürecek ya da öleceksiniz.”
Red Garden’nın senaryosu oldukça ilginç ve biraz Gantz’ı andırmıyor değil. İzleyenle bilir, Gantz’ta da ölen insanlar kendilerini bir odada, bir küreyle beraber buluyordu ve öldürme görevleri alıyordu. Red Garden’da ise durum biraz daha değişik. Çünkü karşılarında aslında hep aynı rakip var ve bölümler ilerledikçe Kate, Claire, Rose ve Rachel nasıl öldüklerini ve neden öldürmek zorunda olduklarını öğreniyorlar.
Red Garden kan ve şiddetin yanında dram yönü de ağır basan bir anime. Bölümler ilerledikçe dört kız karakterinde geçmişlerine ve yaşantılarına tanıklık ediyor, sıkıntılarına ve mutluluklarına şahit oluyoruz. Kimisinin tek derdi ailesiyken, kimisi geçim derdinde, kimisi sevgili peşinde. Her ayrıntıya dikkat edilmiş ve her ne kadar ölüm görevine çıksalar da bu kızlarında aslında normal birer hayatlarının olduğu çok iyi resmedilmiş.
Karakterlerden kısaca bahsedecek olursam; Kate zengin bir ailenin iki kız kardeşin küçüğü. Kendisi okulun üst tabakasından ve “Grace” denilen bir nevi okulda düzeni sağlayan kulübün üyesi. Genelde oldukça sessiz sakin birisi ve ölen Lise’nin en iyi arkadaşıydı. Rachel’da Kate gibi zengin bir aileden geliyor ve giyimine kuşamına oldukça düşkün birisi. Grace’den bir hayli nefret ediyor ve “concon” arkadaşları ile her gece partilere gitmeye bayılıyor. Claire de aslında zengin bir aileden fakat babası ile sorun yaşadığı için tek başına yaşamakta ve ailesinden tek kuruş almamaktadır. Buz gibi bir apartman dairesinde yaşayan Claire, hamburgercide çalışmaktadır ve okulu aslında pek takmamaktadır. Rose ise en çekingen ve ürkek olanı. Babası onları bırakıp gittiğinden ve annesi hastaneye kaldırıldığından iki küçük kardeşine de o bakmaktadır ve sorumluluk almasını bilen bir karaktere sahiptir.
Serinin en beğenmediğim yeri ise karakterlerin burun çizimleri. Görsellik olarak aslında anime oldukça iyi ve karakterlerde anime karakterlerinden ziyade daha gerçeğe uygun (kocaman gözler falan yok) ama hepsinin burunları nedense uzun. Büyük demiyorum, hepsinin burunlarına yandan baktığınızda pinokyo gibi uzun olduğunu görüyorsunuz. Bunun dışında göze çarpan başka bir ayrıntı yok. Müzikler ahım şahım değil ama animeye uygun, ağır ve karanlık atmosferi iyi tamamlıyorlar. Animede bir adet açılış ve iki adet kapanış müziği mevcut.
Red Garden’nin birde “Dead Girls” adında bir Ova’sı mevcut. 44 Dakikalık bu ova uzak gelecekte geçiyor ve anime serisinin devamı niteliğinde. Fakat ovayı izlemeseniz de bir şey kaybetmezsiniz çünkü açıkçası 44 dakikada pek fazla bir şey işlenememiş. Sadece anime sonunda kızlara ne olduğunu ve gelecekte ne yaptıklarını görüyorsunuz o kadar.
Kısacası Red Garden’ı ben daha basit bir anime sanıyordum ve karşıma böyle güzel ve derin bir anime çıkınca sevindim diyebilirim. Red Garden aslında her kesime hitap etmiyor ama bana soracak olursanız mutlaka izlenmesi gereken bir anime.
Stüdyo: Gonzo
Tür: Dram, Gerilim
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: 22
Anime Puanı: 10/9
Red Garden adlı animede sıradan ve birbirlerinden tamamen farklı dört kızın hayatlarının aniden nasıl değiştiğine tanıklık ediyoruz. Kate, Rose, Rachel ve Claire, New York’ta, Roosevelt Adası’nda bulunan özel bir okulda okumaktadır. Bu okula ya çok zenginler ya da burs kazananlar gidebilmektedir. Günün birinde uyandıklarında Kate ve diğer kızlar nedenlerini bilmedikleri halde kendilerini tuhaf hissederler. Ayrıca hiçbiri dün geceyi hatırlayamamaktadır. Aynı gün okullarında okuyan Lise adlı bir öğrencinin ormanda cesedinin bulunduğunu duyunca kızlar iyice huzursuzlaşır. Gün bitip gece olduğunda dört kızda aniden ortaya çıkan kelebekler görmeye başlar ve nedense içlerinde onları takip etme hissi uyanır. Dört kızda kelebekleri takip eder ve dördü de kendilerine aynı yerde bulur. Kate, Rose, Rachel ve Claire aynı yerde olduklarına çok şaşırır ve her dördünü de aynı yere kelebeklerin getirmiş olması hem şaşkınlıklarını arttırır hem de onları ürkütür. Ne olduğunu anlamayan kızların karşısına Lula adında bir kadın ve JC diye hitap ettiği bir adam çıkar. Lula kızlara en beklemedikleri şeyi söyler. “Hepiniz bir kez öldünüz ve yeni hayatlarınız sizin elinizde. Artık ya öldürecek ya da öleceksiniz.”
Red Garden’nın senaryosu oldukça ilginç ve biraz Gantz’ı andırmıyor değil. İzleyenle bilir, Gantz’ta da ölen insanlar kendilerini bir odada, bir küreyle beraber buluyordu ve öldürme görevleri alıyordu. Red Garden’da ise durum biraz daha değişik. Çünkü karşılarında aslında hep aynı rakip var ve bölümler ilerledikçe Kate, Claire, Rose ve Rachel nasıl öldüklerini ve neden öldürmek zorunda olduklarını öğreniyorlar.
Red Garden kan ve şiddetin yanında dram yönü de ağır basan bir anime. Bölümler ilerledikçe dört kız karakterinde geçmişlerine ve yaşantılarına tanıklık ediyor, sıkıntılarına ve mutluluklarına şahit oluyoruz. Kimisinin tek derdi ailesiyken, kimisi geçim derdinde, kimisi sevgili peşinde. Her ayrıntıya dikkat edilmiş ve her ne kadar ölüm görevine çıksalar da bu kızlarında aslında normal birer hayatlarının olduğu çok iyi resmedilmiş.
Karakterlerden kısaca bahsedecek olursam; Kate zengin bir ailenin iki kız kardeşin küçüğü. Kendisi okulun üst tabakasından ve “Grace” denilen bir nevi okulda düzeni sağlayan kulübün üyesi. Genelde oldukça sessiz sakin birisi ve ölen Lise’nin en iyi arkadaşıydı. Rachel’da Kate gibi zengin bir aileden geliyor ve giyimine kuşamına oldukça düşkün birisi. Grace’den bir hayli nefret ediyor ve “concon” arkadaşları ile her gece partilere gitmeye bayılıyor. Claire de aslında zengin bir aileden fakat babası ile sorun yaşadığı için tek başına yaşamakta ve ailesinden tek kuruş almamaktadır. Buz gibi bir apartman dairesinde yaşayan Claire, hamburgercide çalışmaktadır ve okulu aslında pek takmamaktadır. Rose ise en çekingen ve ürkek olanı. Babası onları bırakıp gittiğinden ve annesi hastaneye kaldırıldığından iki küçük kardeşine de o bakmaktadır ve sorumluluk almasını bilen bir karaktere sahiptir.
Serinin en beğenmediğim yeri ise karakterlerin burun çizimleri. Görsellik olarak aslında anime oldukça iyi ve karakterlerde anime karakterlerinden ziyade daha gerçeğe uygun (kocaman gözler falan yok) ama hepsinin burunları nedense uzun. Büyük demiyorum, hepsinin burunlarına yandan baktığınızda pinokyo gibi uzun olduğunu görüyorsunuz. Bunun dışında göze çarpan başka bir ayrıntı yok. Müzikler ahım şahım değil ama animeye uygun, ağır ve karanlık atmosferi iyi tamamlıyorlar. Animede bir adet açılış ve iki adet kapanış müziği mevcut.
Red Garden’nin birde “Dead Girls” adında bir Ova’sı mevcut. 44 Dakikalık bu ova uzak gelecekte geçiyor ve anime serisinin devamı niteliğinde. Fakat ovayı izlemeseniz de bir şey kaybetmezsiniz çünkü açıkçası 44 dakikada pek fazla bir şey işlenememiş. Sadece anime sonunda kızlara ne olduğunu ve gelecekte ne yaptıklarını görüyorsunuz o kadar.
Kısacası Red Garden’ı ben daha basit bir anime sanıyordum ve karşıma böyle güzel ve derin bir anime çıkınca sevindim diyebilirim. Red Garden aslında her kesime hitap etmiyor ama bana soracak olursanız mutlaka izlenmesi gereken bir anime.
5 Kasım 2009 Perşembe
Yamato Nadeshiko Shichi Henge
Yönetmen: Shinichi Watanabe
Stüdyo: Nippon Animation
Tür: Komedi
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: 25
Anime Puanı: 10/7.5
Stüdyo: Nippon Animation
Tür: Komedi
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: 25
Anime Puanı: 10/7.5
Yamato Nadeshiko Shichi Henge, kısa ve İngilizce adı ile Perfect Girl Evolution veya The Wallflower adlı anime Sunako Nakahara etrafında dönüyor. Sunako henüz normal bir kızken okulda birisine âşık olduğunu ilan eder fakat beklenmedik bir cevap alır. Oğlan ona “ben çirkin kızlardan nefred ederim” der ve o günden itibaren Sunako’nun hayatı değişir. Sunako artık içine kapanık, görünümünden ve diğer güzel şeylerden nefret eden birisine dönüşmüştür. Öyle ki en iyi arkadaşı bir biyoloji mankenidir ve odasını kuru kafalar, iskeletlerle donatmıştır. Hatta kanlı, vahşet ve normal insanların tiksinip korkacağı şeylerden zevk almaya bile başlamıştır. Durum böyle olunca Sunako’nun halası onu dört birbirinden yakışıklı, daha doğrusu birbirinden güzel erkeğin yaşadığı bir malikâneye yollar. Malikânede yaşayan Kyouhei, Takenaga, Yuki ve Ranmaru ile ev sahibi Sunako’nun halası bir anlaşma yapar. Eğer Sunako’yu alımlı bir bayana dönüştürebilirlerse kira almayacaktır fakat başaramazlarsa kira bedeli üç katına çıkacaktır. Kendilerinden emin olan dörtlü anlaşmayı kabul eder fakat Sunako ile tanışınca işlerinin kolay olmadığını anlarlar. Çünkü sorun Sunako’nun görünüşünden ziyade kişiliğindedir.
Animenin konusu aslında oldukça ilginç ama artıları kadar eksileri de çok fazla. Öncelikle animenin en büyük artısı ve ayakta tutan ismi şüphesiz Kyouhei. Kendisi midesine düşkün ve kavgacı bir tiptir ve diğer karakterler özellikle Yuki yanlarında biraz sönük kalıyor. Ayrıca Sunako’nun sürekli “chibi” olarak, yani minik olarak gezinmesi ilk başta komik gelebilir ama durum sürekli olunca hiçbir esprisi kalmıyor. Birde manga hala devam ettiğinden animenin bir sonu olmadığından konu sürekli saptırılıyor ve özellikle salak “goth” kardeşlerle anime boyna doldurulmaya çalışılıyor. Ayrıca tamam erkekler yakışıklı ama bu kadarda abartılmaz. Neredeyse tüm Japonya bu erkeklerin peşinde ve bir anne sırf oğlu güzel diye onu evden atar mı anlamış değilim. Buna karşın özellikle serinin ilk bölümleri Sunako’nun hal ve tavırları gayet eğlenceli. Bilhassa rüyasında 13. Cuma’daki Jason“-kun” ile kovalamaca oynaması harika olmuş.
Yamato Nadeshiko Shichi Henge, aslında vasatı ancak aşmış bir anime ve benim beklentilerim açıkçası daha fazlaydı. Yinede kendine özgünlüğü ve parodileri ile kendini izlettirmesini başarıyor.
Animenin konusu aslında oldukça ilginç ama artıları kadar eksileri de çok fazla. Öncelikle animenin en büyük artısı ve ayakta tutan ismi şüphesiz Kyouhei. Kendisi midesine düşkün ve kavgacı bir tiptir ve diğer karakterler özellikle Yuki yanlarında biraz sönük kalıyor. Ayrıca Sunako’nun sürekli “chibi” olarak, yani minik olarak gezinmesi ilk başta komik gelebilir ama durum sürekli olunca hiçbir esprisi kalmıyor. Birde manga hala devam ettiğinden animenin bir sonu olmadığından konu sürekli saptırılıyor ve özellikle salak “goth” kardeşlerle anime boyna doldurulmaya çalışılıyor. Ayrıca tamam erkekler yakışıklı ama bu kadarda abartılmaz. Neredeyse tüm Japonya bu erkeklerin peşinde ve bir anne sırf oğlu güzel diye onu evden atar mı anlamış değilim. Buna karşın özellikle serinin ilk bölümleri Sunako’nun hal ve tavırları gayet eğlenceli. Bilhassa rüyasında 13. Cuma’daki Jason“-kun” ile kovalamaca oynaması harika olmuş.
Yamato Nadeshiko Shichi Henge, aslında vasatı ancak aşmış bir anime ve benim beklentilerim açıkçası daha fazlaydı. Yinede kendine özgünlüğü ve parodileri ile kendini izlettirmesini başarıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)