Yönetmen: Hisashi Saito
Stüdyo: AIC - ASTA
Tür: Komedi, Okul, Spor
Yapım Yılı: 2007
Bölüm Sayısı: 26
Anime Puanı: 10/8
Bamboo Blade’i klasik spor – komedi içerikli animelerden ayıran tek farkı, basketbol veya futboldan ziyade daha geleneksel bir dövüş sporu olan Kendo’yu konu almasıdır. Konusu ise diğer spor konulu aniemlerle benzerlik göstermektedir. Genç ve ekonomik sıkıntılar içinde yaşan Kojiro adındaki Kendo eğitmeni, günün birinde “senpai” olarak hitap ettiği (üst sınıftan olan ve saygı duyulan) Ishibashi ile bir bahse tutuşur. Bahsin konusu ise kendodur ve her iki öğretmen de beşer kişilik kızlardan oluşan takımları ile birbirleri ile maç yapacaklardır. Kojiro bahsi kabul eder fakat ortada bir sorun vardır çünkü okulunun kendo kulübünde sadece iki kız öğrenci olan Kirono ve Saya vardır. Anime klasik az elemanlı takım teması ile başlar ve bölümler ilerledikçe takım tamamlanır ve beş kişilik kız takımımız bölgesel ve ulusal turnuvalara hazırlanmaya başlar. Tabi bu hazırlanma sürecinde de birbirinden ilginç bir sürü olay yaşanır.
Dediğim gibi Bamboo Blade’in senaryosunda aslında yeni bir şey yok fakat karakterler ve hikâyenin akışı bu açığı kapatmaya başlıyor. Animenin temeli olan komedi unsuru ise tam kıvamında kullanılmış. Ne çok az, nede Ouran High School’daki gibi aşırı abartılı ve insanı bezdirecek şekilde fazla. Az sonra kısaca bahsedeceğim karakterlerin birbirinden farklı kişilikleri de seriye renk katıyor ve ortaya aslında oldukça iyi bir yapım çıkıyor. Serinin tek eksisi olarak ise konu olunan olayların fazla tatmin edici olmamasını söyleyebilirim. Yani demek istediğim bölümler oldukça eğlenceli bir atmosferde geçiyor ve kendo hakkında epey bilgi elde ediyorsunuz ama bir bütün olarak baktığımızda seri çok yüzeysel ilerliyor. Elbette böyle komedi ve spor unsurlu bir seriden fazla detay ve karışıklık beklenmez fakat yinede karakterlerin veya belli bir konunun üzerine durulabilirdi. Demek istediğim seride sürekli yeni olaylar gelişiyor ve gidiyor. Kısacası demek istediğim tek bir konuya odaklanılsa daha iyi olabilirdi.
Kendo takımımızın kızlarını tanıtacak olursam; Kirino Chiba takım kaptanıdır ve ikinci sınıftadır. Sarı saçları ve neşeli kişiliği ile takımını ayakta tutmaya çalışmaktadır. Sayako Kuwahara, namı diğer Saya da ikinci sınıf öğrencisidir ve biraz deli bir tiptir. Kafasına bir şey esti mi günlerce ortadan kaybolabilir. Miyako Miyazaki, namı diğer Miya-Miya sevgilisi Dan-kun’un yanında oldukça hanım bir karaktermiş gibi davransa da Dan-kun ortada olmadığı zamanlar ise asi ve ürkütücü yanını ortaya çıkarmaktadır. Tamaki Kawazoe, namı diğer Tama ise takımın gurur kaynağıdır. Takımın en iyisi olan Tama, dört yaşından beri kendo çalışmaktadır ve kısa boyuna rağmen hocaları bile rahatça yenebilmektedir. Son olarak takıma sonradan eklenen beşinci elemanımız ise Azuma Satori. Azuma kızımız da oldukça ilginçtir çünkü kendoda iyi olmasına rağmen dikkat bozukluğu vardır.
Görsel olarak Bamboo Blade dört dörtlük diyebilirim. Karakter çizimleri güzel ve komedi unsurları çok iyi kullanılmış. Müzikleri ise daha iyi olabilirdi. Açıkçası hem açılış parçası hem de kapanış parçası benim hoşuma gitmedi.
Sonuç olarak Bamboo Blade anime olarak fazla bir yenilik sunmuyor bizlere ama işlenişi ve animelerde pek rastlanmayan kendo sporunu bizlere sunması ile oldukça eğlenceli ve izlenmeye değer bir yapım.
24 Aralık 2009 Perşembe
10 Aralık 2009 Perşembe
Tokyo Magnitude 8.0
Yönetmen: Masaki Tachibana
Stüdyo: Bones
Tür: Dram
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: 11
Anime Puanı: 10/10
Daha şimdiden söyleyeyim, ne Berserk, ne GunGrave, ne Death Note, nede başka bir anime beni böyle çok derinden etkilememişti. Hem de basit ve günlük hayatımızın parçası olan bir konuyla; depremle…
Giriş paragrafında da bahsettiğim gibi Tokyo Magnitude 8.0’da konu deprem. Altıncı sınıf öğrencisi Mirai ve üçüncü sınıf öğrencisi Yuuki kardeştirler. Yaz tatili geldiğinde küçük Yuuki, Tokyo’ya bağlı yapay Odaiba adasındaki robot sergisine gitmek ister. Hem babası hem de annesi çalışmak zorunda olduğundan Yuuki’yi istemeden de olsa ablası Mirai sergiye götürür. Sergide Yuuki çok eğlense de, Mirai’ın pekiyi vakit geçirdiği söylenemez. Sergi çıkışı Yuuki tuvalete gitmesi gerektiğini söyler ve Mirai’da onu dışarıda bekler. İşte tam o an beklenmedik bir şey olur ve tam 8.0 büyüklüğünde bir deprem meydana gelir. Binaların çökmesini ve yerin çatlamasını korku ile izleyen Mirai, deprem bittikten sonra kardeşi Yuuki’yi aramak için çökmek üzere olan binanın içine girer. Burada daha önce de karşılaştığı ve bir motosikletli kurye olan Mari ile karşılaşır. Mirai ve Mari, Yuuki’yi binadan çıkarır ve beraber takılmaya başlarlar. Çünkü hem Mirai ile Yuuki’nin hem de Mari’nin evi aynı istikamettedir. Tabi evlerine ulaşmaları o kadar kolay değildir. Çünkü doğal olarak metrolar, otobüsler, kısacası hiçbir şey çalışmamaktadır. Hayat bir anda felç olmuştur ve tek gidiş yolu yayan olarak enkazların arasından geçmektir.
Stüdyo: Bones
Tür: Dram
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: 11
Anime Puanı: 10/10
Daha şimdiden söyleyeyim, ne Berserk, ne GunGrave, ne Death Note, nede başka bir anime beni böyle çok derinden etkilememişti. Hem de basit ve günlük hayatımızın parçası olan bir konuyla; depremle…
Giriş paragrafında da bahsettiğim gibi Tokyo Magnitude 8.0’da konu deprem. Altıncı sınıf öğrencisi Mirai ve üçüncü sınıf öğrencisi Yuuki kardeştirler. Yaz tatili geldiğinde küçük Yuuki, Tokyo’ya bağlı yapay Odaiba adasındaki robot sergisine gitmek ister. Hem babası hem de annesi çalışmak zorunda olduğundan Yuuki’yi istemeden de olsa ablası Mirai sergiye götürür. Sergide Yuuki çok eğlense de, Mirai’ın pekiyi vakit geçirdiği söylenemez. Sergi çıkışı Yuuki tuvalete gitmesi gerektiğini söyler ve Mirai’da onu dışarıda bekler. İşte tam o an beklenmedik bir şey olur ve tam 8.0 büyüklüğünde bir deprem meydana gelir. Binaların çökmesini ve yerin çatlamasını korku ile izleyen Mirai, deprem bittikten sonra kardeşi Yuuki’yi aramak için çökmek üzere olan binanın içine girer. Burada daha önce de karşılaştığı ve bir motosikletli kurye olan Mari ile karşılaşır. Mirai ve Mari, Yuuki’yi binadan çıkarır ve beraber takılmaya başlarlar. Çünkü hem Mirai ile Yuuki’nin hem de Mari’nin evi aynı istikamettedir. Tabi evlerine ulaşmaları o kadar kolay değildir. Çünkü doğal olarak metrolar, otobüsler, kısacası hiçbir şey çalışmamaktadır. Hayat bir anda felç olmuştur ve tek gidiş yolu yayan olarak enkazların arasından geçmektir.
Tokyo Magnitude 8.0’ın konusu aslında oldukça basit ama işlenişi mükemmel ve oldukça gerçekçi. Mirai ve Yuuki ebeveynleri için endişe duyarken Mari de daha dört yaşında olan kızı ve annesi için endişelenmektedir. Bir yandan acaba yaşıyorlar mı, iyiler mi psikolojinde evlerine gitmeye çalışırlarken bir yandan da arşçı depremlerle ve yemek, sığınak gibi ihtiyaçlarla baş etmeye çalışırlar. Ortada öyle bir tablo vardır ki, her taraf neredeyse enkaz olmuştur ve ölü sayısı sürekli artmaktadır. Hayatlarında ceset görmemiş iki küçük çocuk eve gitme yolunda onlarca cesetle karşılaşmaktadırlar. Mari ise hem çocukları teselli etmeye çalışırken, bir yandan da kendi çocuğunun akıbetini merak etmektedir. Anlatmak istediğim, bir depremzedenin gözünden olayları izliyorsunuz ve senaryo akışı ile atmosfer öyle mükemmel ki kapılmamak elde değil.
Görsel olarak da anime oldukça kaliteli ve deprem sahneleri bir hayli etkileyici. Elbette ölen insanlar, kan gibi şeyler ekrana fazla yansıtılmıyor ama bahsettiğim gibi kurgu ve atmosfer öyle iyi ki bunlara gerek kalmıyor ve kendinizi gerçekten oradaymış gibi hissediyorsunuz. İnsanların yaralarını sarma ve hayatta kalma çabaları yetiyor da artıyor. Çizimlerde fena sayılmaz. Hele küçük Yuuki’nin yüz ve ağız ifadesine bayıldım diyebilirim. Müzikler de seriye çok iyi oturmuş. Açılış parçası fena sayılmaz ama Melody adındaki kapanış parçası çok güzel.
Özetle Tokyo Magnitude 8.0 şu ana kadar izlediğim en güzel anime ve beni ağlatmayı bile başarabilen tek anime diyebilirim. Hele ki son iki bölümde yaşananlara hüzünlenmemek elde değil, insanın gözleri istemese bile doluyor. Tokyo Magnitude 8.0’ın böyle harikulade bir anime olduğunu bilseydim çok ama çok daha önce izlerdim. 11 bölüm sizlere çok kısa gelebilir ama gerek konusu gerekse karakterlerin yaşadıkları bakımından 11 bölüm yeterli olmuş. Sonuçta kimse dünyayı kurtarmıyor, üstün maceralar, dövüşler yaşanmıyor. Üç depremzedenin Odaiba adasından evlerine gitmeye çalışmalarını ve yaşadıkları dramı büyük bir hayranlık ve içtenlikle izliyoruz. Uzun lafın kısası, her anime severin Tokyo Magnitude 8.0’ı mutlaka izlemesini öneririm. Çünkü bu denli gerçekçi, dram ağırlıklı ve yaşanmış veya yaşanması muhtemel bir olayı anlatan başka bir anime daha yoktur.
Görsel olarak da anime oldukça kaliteli ve deprem sahneleri bir hayli etkileyici. Elbette ölen insanlar, kan gibi şeyler ekrana fazla yansıtılmıyor ama bahsettiğim gibi kurgu ve atmosfer öyle iyi ki bunlara gerek kalmıyor ve kendinizi gerçekten oradaymış gibi hissediyorsunuz. İnsanların yaralarını sarma ve hayatta kalma çabaları yetiyor da artıyor. Çizimlerde fena sayılmaz. Hele küçük Yuuki’nin yüz ve ağız ifadesine bayıldım diyebilirim. Müzikler de seriye çok iyi oturmuş. Açılış parçası fena sayılmaz ama Melody adındaki kapanış parçası çok güzel.
Özetle Tokyo Magnitude 8.0 şu ana kadar izlediğim en güzel anime ve beni ağlatmayı bile başarabilen tek anime diyebilirim. Hele ki son iki bölümde yaşananlara hüzünlenmemek elde değil, insanın gözleri istemese bile doluyor. Tokyo Magnitude 8.0’ın böyle harikulade bir anime olduğunu bilseydim çok ama çok daha önce izlerdim. 11 bölüm sizlere çok kısa gelebilir ama gerek konusu gerekse karakterlerin yaşadıkları bakımından 11 bölüm yeterli olmuş. Sonuçta kimse dünyayı kurtarmıyor, üstün maceralar, dövüşler yaşanmıyor. Üç depremzedenin Odaiba adasından evlerine gitmeye çalışmalarını ve yaşadıkları dramı büyük bir hayranlık ve içtenlikle izliyoruz. Uzun lafın kısası, her anime severin Tokyo Magnitude 8.0’ı mutlaka izlemesini öneririm. Çünkü bu denli gerçekçi, dram ağırlıklı ve yaşanmış veya yaşanması muhtemel bir olayı anlatan başka bir anime daha yoktur.
8 Aralık 2009 Salı
Speed Grapher
Yönetmen: Kunihisa Sugishima
Stüdyo: Gonzo
Tür: Aksiyon, Dram, Doğaüstü Güçler
Yapım Yılı: 2005
Bölüm Sayısı: 24
Anime Puanı: 10/9
Speed Grapher’de senaryo Saiga Tatsumi etrafında dönüyor. “Bubble War” adı verilen büyük savaşın üzerinden on yıl geçmiş ve bu savaş ekonomiyi derinden etkilemiştir. Öyle ki, zenginler artık daha da zenginleşmiş ve fakirler iyice dibe vurmuştur. Uzun lafın kısası, başta Tokyo olmak üzere tüm dünya paranın kontrolü altına girmiştir.
Saiga Tatsumi Bubble War’a katılmış eski bir savaş fotoğrafçısıdır. Savaşta çektiği fotoğraflarla ünlenmiş olan Saiga artık normal bir gazete için çalışmaktadır. Günün birinde patronundan gizli bir kulübün varlığını öğrenir. Üstüne üstün bu kulübe zenginler arasında bile sadece seçilmiş kişiler ve ultra zenginler girebilmektedir. Saiga bir şekilde bu kulübe sızmayı başarır ve olan bitenle şoka uğrar. Çünkü bu kulüpte üyelerin her isteği, arzusu hatta fantezisi yerine getirilmektedir. Saiga gizlice kulübü incelemeye devam ederken, tanrıça lakabı takılmış 15 yaşındaki Kagura’yı görür. Saiga, Kagura’dan çok etkilenir ve onun fotoğrafını çeker. Fotoğraf çektiği için foyası ortaya çıkan Saiga kulüp görevlileri tarafından sıkıştırılır. Kulübün sahibi gizemli Choji Suitengu ölüm emrini verecekken tanrıça Kagura, Saiga’yı dudaklarından öper. Kagura’nın Saiga’yı öpmesi ile beraber Saiga bir nevi değişime uğrar ve artık istediği zaman fotoğraf makinesi ile görüş alanındaki her şeyi yok etme gücüne kavuşur. Kendisine neler olduğunu anlayamayan Saiga, Kagura’yı da alarak kaçmaya çalışır ve kaçış yolunda Suitengu ile karşılaşır. Suitengu’ya kendisine ne olduğunu soran Saiga, “en gizli tutkun, arzun gerçeğe dönüştü” cevabını verir.
Speed Grapher’in konusu hem ilginç hem de oldukça ilgi çekici. Yani birisi sizi öpüyor ve karanlıkta yatan en uç arzunuz, hayaliniz gerçek oluyor. Seri boyunca Saiga ve Kagura kendilerinin ne olduğunu keşfetmeye ve mega – şirket Tennozu ve Suitengu’dan kaçmaya çalışıyorlar. Bölümler ilerledikçe sırlar açığa çıkıyor ve aslında tek sıra dışı insanların kendileri olmadıklarının farkına varıyorlar.
Speed Grapher’da atmosfer oldukça kaliteli ve ara sıra düşse de aksiyon hiç eksik olmuyor. Özellikle içerdiği şiddet ve kan bakımından aksiyon sevenleri bir hayli tatmin ediyor. Ayrıca içerdiği cinsel içerikli sahneler dolayısıyla bu animenin +18 olduğunu da belirtmek isterim. Çizimler bakımından da anime bir hayli gerçekçi ve abartıdan uzak, müzikler de kaliteli. Özellikle açılış parçası “Girls on Film” adlı parça çok hoş.
Kısacası Speed Grapher’e başlarken biraz şüphelerim vardı fakat bu şüpheler ilk üç bölüm sonra beğeniye dönüştü. Bilhassa Speed Grapher’den önce izlediğim ve pek beğenmediğim Guin Saga’nın üstüne ilaç gibi geldi. Özetle yetişkinlere hitap eden Speed Grapher’i türünü seviyorsanız izlemenizi öneririm.
Stüdyo: Gonzo
Tür: Aksiyon, Dram, Doğaüstü Güçler
Yapım Yılı: 2005
Bölüm Sayısı: 24
Anime Puanı: 10/9
Speed Grapher’de senaryo Saiga Tatsumi etrafında dönüyor. “Bubble War” adı verilen büyük savaşın üzerinden on yıl geçmiş ve bu savaş ekonomiyi derinden etkilemiştir. Öyle ki, zenginler artık daha da zenginleşmiş ve fakirler iyice dibe vurmuştur. Uzun lafın kısası, başta Tokyo olmak üzere tüm dünya paranın kontrolü altına girmiştir.
Saiga Tatsumi Bubble War’a katılmış eski bir savaş fotoğrafçısıdır. Savaşta çektiği fotoğraflarla ünlenmiş olan Saiga artık normal bir gazete için çalışmaktadır. Günün birinde patronundan gizli bir kulübün varlığını öğrenir. Üstüne üstün bu kulübe zenginler arasında bile sadece seçilmiş kişiler ve ultra zenginler girebilmektedir. Saiga bir şekilde bu kulübe sızmayı başarır ve olan bitenle şoka uğrar. Çünkü bu kulüpte üyelerin her isteği, arzusu hatta fantezisi yerine getirilmektedir. Saiga gizlice kulübü incelemeye devam ederken, tanrıça lakabı takılmış 15 yaşındaki Kagura’yı görür. Saiga, Kagura’dan çok etkilenir ve onun fotoğrafını çeker. Fotoğraf çektiği için foyası ortaya çıkan Saiga kulüp görevlileri tarafından sıkıştırılır. Kulübün sahibi gizemli Choji Suitengu ölüm emrini verecekken tanrıça Kagura, Saiga’yı dudaklarından öper. Kagura’nın Saiga’yı öpmesi ile beraber Saiga bir nevi değişime uğrar ve artık istediği zaman fotoğraf makinesi ile görüş alanındaki her şeyi yok etme gücüne kavuşur. Kendisine neler olduğunu anlayamayan Saiga, Kagura’yı da alarak kaçmaya çalışır ve kaçış yolunda Suitengu ile karşılaşır. Suitengu’ya kendisine ne olduğunu soran Saiga, “en gizli tutkun, arzun gerçeğe dönüştü” cevabını verir.
Speed Grapher’in konusu hem ilginç hem de oldukça ilgi çekici. Yani birisi sizi öpüyor ve karanlıkta yatan en uç arzunuz, hayaliniz gerçek oluyor. Seri boyunca Saiga ve Kagura kendilerinin ne olduğunu keşfetmeye ve mega – şirket Tennozu ve Suitengu’dan kaçmaya çalışıyorlar. Bölümler ilerledikçe sırlar açığa çıkıyor ve aslında tek sıra dışı insanların kendileri olmadıklarının farkına varıyorlar.
Speed Grapher’da atmosfer oldukça kaliteli ve ara sıra düşse de aksiyon hiç eksik olmuyor. Özellikle içerdiği şiddet ve kan bakımından aksiyon sevenleri bir hayli tatmin ediyor. Ayrıca içerdiği cinsel içerikli sahneler dolayısıyla bu animenin +18 olduğunu da belirtmek isterim. Çizimler bakımından da anime bir hayli gerçekçi ve abartıdan uzak, müzikler de kaliteli. Özellikle açılış parçası “Girls on Film” adlı parça çok hoş.
Kısacası Speed Grapher’e başlarken biraz şüphelerim vardı fakat bu şüpheler ilk üç bölüm sonra beğeniye dönüştü. Bilhassa Speed Grapher’den önce izlediğim ve pek beğenmediğim Guin Saga’nın üstüne ilaç gibi geldi. Özetle yetişkinlere hitap eden Speed Grapher’i türünü seviyorsanız izlemenizi öneririm.
7 Aralık 2009 Pazartesi
Hellsing
Yönetmen: Umanasuke Iida
Stüdyo: Gonzo
Tür: Vampir, Korku, Aksiyon
Yapım Yılı: 2001
Bölüm Sayısı: 13
Anime Puanı: 10/7
Hellsing, 2001 yılında çıkmış vampir temalı bir anime serisi. Zaman dilimi olarak konu günümüzde geçiyor diyebiliriz. İngiltere’de kraliçe adına çalışan Hellsing teşkilatı vampirleri avlayıp yok etmektedir. Lakin son zamanlarda teşkilatın baş ileri teknoloji ürünü olan bir çip sayesinde sonradan vampire dönüşmüş ucubeler ile başı derttedir. Hellsing Teşkilatı da bir yandan sonradan olma vampirlerle uğraşırken bir yandan da teşkilata sürekli çamur atmaya çalışan Vatikan teşkilatı olan Iskariot ve adamları ile uğraşmaktadır. Çünkü Iskariot Hellsing’in bünyesinde bulunan ve çok güçlü bir vampir olan Alucard’ı yok etmek istemektedir.
Serinin konusu anlattığım gibi. Ortada çipli ve oldukça tehlikeli olan vampirler vardır ve Hellsing teşkilatını yok etmek istemektedirler. Karakterlere gelecek olursak; serinin başkarakteri vampir Alucard. Kendisi kendi kişisel sebeplerinden ötürü Hellsing, doğal olarak insanlar için çalışmaktadır. Alucard çok büyük güçlere sahiptir ki bence biraz aşırı fazla. Neden diye sorarsanız; insan kafası kopunca bile ölmüyorsa artık bazı şeyler yavaş yavaş inandırıcılığını kaybetmeye başlıyor. Neyse, Alucard şimdi Hellsing başkanı olan Lady Inegra’nın babası tarafından yakalanmış, yirmi sene zindanda saklamıştır. Kendisi öldürmeyi çok sevmektedir ve özellikle silahlarını kullanmayı her daim tercih eder. Bir diğer başkarakterde az önce bahsettiğim Lady Integra Hellsing. Kendisi babası öldükten sonra teşkilatın başına geçmiştir. Bayan olmasına karşın oldukça sert ve taviz vermez bir kişiliğe sahiptir ve Alucard’ın efendisidir.
Ve gelelim diğer bir önemli karaktere. Kendisinin adı Seras Victoria ve bence oldukça lüzumsuz bir karakter. Bence sırf seride büyük gözlü ve affedersiniz ama iri göğüslü bir karakter olsun diye konulmuş. Serideki tüm olan biten ilgisi olmasa da hep onun üzerine yıkılmış ve aslında Victoria seride olmasa daha iyi olurmuş. Etrafta Alucard’ın peşinde efendim diye gezinen, zora geldi mi doğru dürüst silah bile kullanamayan bir karakter, Alucard’tan bile daha çok ön planda. Kısacası keşke Victoria olmasaymış diyorum.
Seriye teknik olarak bakacak olursak, hem görsel hem de işitsel olarak her şey gayet güzel ve yerli yerinde. Müzikler abartılı değil ve deyim yerindeyse cuk oturmuş. Son sözlerimi söylemem gerekirse, Victoria biraz daha arka planda olup daha çok Alucard üzerine yoğunlaşılsaymış çok daha iyi olabilirdi. Ama bu demek değildir ki seri kötü. İzlemenizi tavsiye ederim.
Bilinmesi Gerekenler;
1.Hellsing serisinin alternatif anlatımı olan Hellsing Ultimate adlı ovaları vardır.
2.Vampir Alucard’ın ismini tersten okuyunca Dracula ismi oluşmaktadır:)
Stüdyo: Gonzo
Tür: Vampir, Korku, Aksiyon
Yapım Yılı: 2001
Bölüm Sayısı: 13
Anime Puanı: 10/7
Hellsing, 2001 yılında çıkmış vampir temalı bir anime serisi. Zaman dilimi olarak konu günümüzde geçiyor diyebiliriz. İngiltere’de kraliçe adına çalışan Hellsing teşkilatı vampirleri avlayıp yok etmektedir. Lakin son zamanlarda teşkilatın baş ileri teknoloji ürünü olan bir çip sayesinde sonradan vampire dönüşmüş ucubeler ile başı derttedir. Hellsing Teşkilatı da bir yandan sonradan olma vampirlerle uğraşırken bir yandan da teşkilata sürekli çamur atmaya çalışan Vatikan teşkilatı olan Iskariot ve adamları ile uğraşmaktadır. Çünkü Iskariot Hellsing’in bünyesinde bulunan ve çok güçlü bir vampir olan Alucard’ı yok etmek istemektedir.
Serinin konusu anlattığım gibi. Ortada çipli ve oldukça tehlikeli olan vampirler vardır ve Hellsing teşkilatını yok etmek istemektedirler. Karakterlere gelecek olursak; serinin başkarakteri vampir Alucard. Kendisi kendi kişisel sebeplerinden ötürü Hellsing, doğal olarak insanlar için çalışmaktadır. Alucard çok büyük güçlere sahiptir ki bence biraz aşırı fazla. Neden diye sorarsanız; insan kafası kopunca bile ölmüyorsa artık bazı şeyler yavaş yavaş inandırıcılığını kaybetmeye başlıyor. Neyse, Alucard şimdi Hellsing başkanı olan Lady Inegra’nın babası tarafından yakalanmış, yirmi sene zindanda saklamıştır. Kendisi öldürmeyi çok sevmektedir ve özellikle silahlarını kullanmayı her daim tercih eder. Bir diğer başkarakterde az önce bahsettiğim Lady Integra Hellsing. Kendisi babası öldükten sonra teşkilatın başına geçmiştir. Bayan olmasına karşın oldukça sert ve taviz vermez bir kişiliğe sahiptir ve Alucard’ın efendisidir.
Ve gelelim diğer bir önemli karaktere. Kendisinin adı Seras Victoria ve bence oldukça lüzumsuz bir karakter. Bence sırf seride büyük gözlü ve affedersiniz ama iri göğüslü bir karakter olsun diye konulmuş. Serideki tüm olan biten ilgisi olmasa da hep onun üzerine yıkılmış ve aslında Victoria seride olmasa daha iyi olurmuş. Etrafta Alucard’ın peşinde efendim diye gezinen, zora geldi mi doğru dürüst silah bile kullanamayan bir karakter, Alucard’tan bile daha çok ön planda. Kısacası keşke Victoria olmasaymış diyorum.
Seriye teknik olarak bakacak olursak, hem görsel hem de işitsel olarak her şey gayet güzel ve yerli yerinde. Müzikler abartılı değil ve deyim yerindeyse cuk oturmuş. Son sözlerimi söylemem gerekirse, Victoria biraz daha arka planda olup daha çok Alucard üzerine yoğunlaşılsaymış çok daha iyi olabilirdi. Ama bu demek değildir ki seri kötü. İzlemenizi tavsiye ederim.
Bilinmesi Gerekenler;
1.Hellsing serisinin alternatif anlatımı olan Hellsing Ultimate adlı ovaları vardır.
2.Vampir Alucard’ın ismini tersten okuyunca Dracula ismi oluşmaktadır:)
29 Kasım 2009 Pazar
Guin Saga
Yönetmen: Atsushi Wakabayashi
Stüdyo: Aniplex
Tür: Macera, Fantastik
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: 26
Anime Puanı: 10/6
Guin Saga, Japon yazar Kaoru Kurimoto’nun en büyük başyapıtlarından biri. 1979 yılında yazmaya başladığı Guin Saga toplam 130 cilt planlanırken, yazarın Haziran 2009 yılındaki ölümü sebebiyle hikâye 126 ciltte şimdilik son buldu. Guin Saga’nın kitapları dünya üzerinde toplan 28 milyon satarak büyük bir başarıya da imza attı. Guin Saga’nın ayrıca 3 ciltlik mangası ve inceleme altına alacağımız 2009 yapım bir animesi bulunmaktadır.
Guin Saga’nın animesi de kitapları ile paralel gidiyor. Mongoul imparatorluğu Parros imparatorluğuna ani bir saldırı düzenlenmiştir ve Parros kısa süre içerisinde Mongoul hâkimiyetine yenik düşmüştür. Parros’un ikiz incisi denilen Prens Remus ve Prenses Rinda, son anda 3000 yıllık antik bir makine olan Crystal sayesinde saraydan ışınlanmışlardır. Fakat ittifak ülke Argos’a gidecekleri yerde Mongoul ormanlarına ışınlanırlar. Burada yollarını ararlarken Mongoul askerleri tarafından bulunurlar ve tam esir alınacakken ormanın içinden ansızın çıkan leopar maskeli bir adam tarafından kurtarılırlar. Leopar maskeli adam adının Guin olduğunu söyler ama dövüş yetenekleri ve “Aura” kelimesi dışında hiçbir şey hatırlayamamaktadır. Böylece Rinda ve Remus’u Argos’a gitmeleri için eşlik eder ve bir yandan da geçmişini ve neden yüzündeki leopar maskesini çıkaramadığını bulmaya çalışır.
Guin Saga, karakter ve içerik bakımından çok zengin bir anime. Her ülkenin önemli insanları, generalleri, büyücüler, Semi kabilesi, diğer kabileler gibi birçok önemli insan ve insanlar mevcut. İçerik olarak da çok derin bir kurguya sahip ama anime serisi maalesef bunları yansıtamayacak kadar kısa. Bölüm sayısı aslında az değil ama demek istediğim öyle çok kitabı var ki, anime serisi bittiğinde olan bitenin belki de çeyreğini bile anlatamadan son buluyor. Devam eden bir manga da olmadığı için ve kitaplarının Türkçesi bulunmadığından (İngilizceye sadece 5 cildi çevrildi) öylece kalıyorsunuz ve olan biteni öğrenemiyorsunuz.
Görsellik bakımından ise Guin Saga çok zayıf. Öyle ki o kadar savaş ve şiddet içeren bir anime ama gram kan göremezsiniz. Tamam, etraf kan gölüne dönmesin ama bir insana kılıç saplanınca yere birkaç damla kan damlamıyorsa veya kılıcın ucu azıcık dahi olsa kan olmuyorsa bu işte bir terslik vardır. Yani Guin milleti çıplak elleriyle perişan ediyor, kılıcı ile ikiye bölüyor ama etraf tertemiz, pırıl pırıl. Bu olay bana çok anlamsız geldi. Zaten Guin bölümler ilerledikçe daha az çıkmaya başlıyor ve politik olaylar daha ön plana çıkarken olan savaş sahnelerinin de komik duruma düşülmesi serinin kalitesini maalesef düşürüyor.
Sonuç olarak Guin Saga’yı aslında Berserk’in yaratıcısı Kentaro Miura’nın kendi eseri üzerinde çok etkisi olduğunu belirttiği için izledim. Ve izlemeden önce seriden çok ümitliydim çünkü Berserk en favori animelerim arasında. Fakat maalesef geçtikleri fantastik dünya dışında aralarında gram benzerlik yok. Sonuç olarak Guin Saga’yı açıkçası izlemezseniz bir şey kaybetmezsiniz. Onun yerine Berserk izleyin.
Stüdyo: Aniplex
Tür: Macera, Fantastik
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: 26
Anime Puanı: 10/6
Guin Saga, Japon yazar Kaoru Kurimoto’nun en büyük başyapıtlarından biri. 1979 yılında yazmaya başladığı Guin Saga toplam 130 cilt planlanırken, yazarın Haziran 2009 yılındaki ölümü sebebiyle hikâye 126 ciltte şimdilik son buldu. Guin Saga’nın kitapları dünya üzerinde toplan 28 milyon satarak büyük bir başarıya da imza attı. Guin Saga’nın ayrıca 3 ciltlik mangası ve inceleme altına alacağımız 2009 yapım bir animesi bulunmaktadır.
Guin Saga’nın animesi de kitapları ile paralel gidiyor. Mongoul imparatorluğu Parros imparatorluğuna ani bir saldırı düzenlenmiştir ve Parros kısa süre içerisinde Mongoul hâkimiyetine yenik düşmüştür. Parros’un ikiz incisi denilen Prens Remus ve Prenses Rinda, son anda 3000 yıllık antik bir makine olan Crystal sayesinde saraydan ışınlanmışlardır. Fakat ittifak ülke Argos’a gidecekleri yerde Mongoul ormanlarına ışınlanırlar. Burada yollarını ararlarken Mongoul askerleri tarafından bulunurlar ve tam esir alınacakken ormanın içinden ansızın çıkan leopar maskeli bir adam tarafından kurtarılırlar. Leopar maskeli adam adının Guin olduğunu söyler ama dövüş yetenekleri ve “Aura” kelimesi dışında hiçbir şey hatırlayamamaktadır. Böylece Rinda ve Remus’u Argos’a gitmeleri için eşlik eder ve bir yandan da geçmişini ve neden yüzündeki leopar maskesini çıkaramadığını bulmaya çalışır.
Guin Saga, karakter ve içerik bakımından çok zengin bir anime. Her ülkenin önemli insanları, generalleri, büyücüler, Semi kabilesi, diğer kabileler gibi birçok önemli insan ve insanlar mevcut. İçerik olarak da çok derin bir kurguya sahip ama anime serisi maalesef bunları yansıtamayacak kadar kısa. Bölüm sayısı aslında az değil ama demek istediğim öyle çok kitabı var ki, anime serisi bittiğinde olan bitenin belki de çeyreğini bile anlatamadan son buluyor. Devam eden bir manga da olmadığı için ve kitaplarının Türkçesi bulunmadığından (İngilizceye sadece 5 cildi çevrildi) öylece kalıyorsunuz ve olan biteni öğrenemiyorsunuz.
Görsellik bakımından ise Guin Saga çok zayıf. Öyle ki o kadar savaş ve şiddet içeren bir anime ama gram kan göremezsiniz. Tamam, etraf kan gölüne dönmesin ama bir insana kılıç saplanınca yere birkaç damla kan damlamıyorsa veya kılıcın ucu azıcık dahi olsa kan olmuyorsa bu işte bir terslik vardır. Yani Guin milleti çıplak elleriyle perişan ediyor, kılıcı ile ikiye bölüyor ama etraf tertemiz, pırıl pırıl. Bu olay bana çok anlamsız geldi. Zaten Guin bölümler ilerledikçe daha az çıkmaya başlıyor ve politik olaylar daha ön plana çıkarken olan savaş sahnelerinin de komik duruma düşülmesi serinin kalitesini maalesef düşürüyor.
Sonuç olarak Guin Saga’yı aslında Berserk’in yaratıcısı Kentaro Miura’nın kendi eseri üzerinde çok etkisi olduğunu belirttiği için izledim. Ve izlemeden önce seriden çok ümitliydim çünkü Berserk en favori animelerim arasında. Fakat maalesef geçtikleri fantastik dünya dışında aralarında gram benzerlik yok. Sonuç olarak Guin Saga’yı açıkçası izlemezseniz bir şey kaybetmezsiniz. Onun yerine Berserk izleyin.
21 Kasım 2009 Cumartesi
Street Fighter II - V
Yönetmen: Gisaburo Sugii
Stüdyo: Capcom
Tür: Dövüş, Aksiyon, Macera
Yapım Yılı: 1995
Bölüm Sayısı: 29
Anime Puanı: 10/5
Stüdyo: Capcom
Tür: Dövüş, Aksiyon, Macera
Yapım Yılı: 1995
Bölüm Sayısı: 29
Anime Puanı: 10/5
Yaz mevsiminin başıydı, PlayStation 2 bozulunca mecburen kendimizi Super Nintendo’muza ve doğal olarak Street Fighter dövüş oyununa verdik. Street Fighter hevesimiz artınca tabi hemen anime serisini de indirip izlemeye başladık. Gayet heyecanla başladığımız Street Fighter II oyununun “Street Fighter II – V: Victory” adlı anime serisini maalesef hayal kırıklığı ile kapattık.
Anime Mikunai adasında antrenmanına devan eden Ryu’nun, Amerika’daki en iyi arkadaşı Ken tarafından bir mektup alması ile başlıyor. Mektupta Ken, Ryu’yu Amerika’ya davet etmiştir. Birkaç senelik ayrılık sonucunda yeniden bir araya gelen Ryu ve Ken, eğlenmek için San Fransisco gecelerine akarlar ve bir bara girerler. Barda ikilimiz ve bazı askerler arasında kavga çıkar ve ikili onların icabına bakar. Fakat karşılarında Guile adında ummadıkları bir rakip bulunca deyim yerindeyse feleklerini şaşırırlar. Böylelikle Ryu ile Ken, Guile gibi güçlü savaşçılarla karşılaşıp onlarla dövüşmek için dünya turuna çıkarlar.
Animenin konusu aslında oyunlardaki gibi klasik dünyayı gezerek değişik dövüşçülerle savaşmak. İş buraya kadar iyi fakat bölümler ilerledikçe ve Ryu “Hadouken (aduket)” öğrenince her bölüm o inanılmaz uzun hadouken çekme sahnesini izliyoruz ve açıkçası atmosfer bir hayli düşüyor. Birde Ken arkadaşımız sürekli “siyaaaa-set” diye oradan oraya uçunca artık sinirden bizlerde evde siyaa-set diye sağ sola uçmaya başladık. Kısacası demek istediğim ilk on – on beş bölümden sonra bölümler sürükleyiciliğini kaybediyor ve boyna doldurulan tekrarlarla seri çekilmez hale geliyor.
Çizimler ise serinin en kötü tarafı çünkü diken saçlı bir Ryu ve kahverengi saçlı bir Ken’i daha önce hiç görmemiştim. Açıkçası yüz ifadesi olarak Bison ve Dhalsım dışında seride kimse orijinaline benzemiyor. Bu arada Honda ve Blanka da es geçilmiş. Ayrıca dikkatlice izlerseniz havaalanında arka planda veya hastanede kolu kırık bir şekilde figüran Akuma’yı görebilirsiniz. Evet, yanlış duymadınız. Koskoca Akuma hiç kıpırdamayan ve dikkat edilmez ise gözükmeyen arka plan karakteri olarak kullanılmış. Müziklerde de maalesef pek iş yok. Sürekli aynı melodi çalıp duruyor.
Özet olarak Street Fighter II – V bana göre vasatı aşamamış bir anime. Gerek hikâye akışının giderek saçmalaması ve “flashback”ler ile sinir bozucu hadouken hareketinin dakika başı karşımıza çıkması ile ve karakterlerin orijinaline benzememesi ile bana göre sınıfta kalmış bir anime. Hatta beraber izlediğim kardeşim, anime bittiğinde sevinç içinde Ken gibi “siyaa-set” diye bağırarak odadan koşarak ayrıldı. Peki bu animeye neden beş puan verdim diye sorarsanız kısacası Street Fighter oyunlarına olan saygımdan dolayı diyebilirim. Gönlüm daha düşük vermeye razım olmadı. Neyseki yeni Ps2 alındı ve bu defter çabuk kapatıldı.
Anime Mikunai adasında antrenmanına devan eden Ryu’nun, Amerika’daki en iyi arkadaşı Ken tarafından bir mektup alması ile başlıyor. Mektupta Ken, Ryu’yu Amerika’ya davet etmiştir. Birkaç senelik ayrılık sonucunda yeniden bir araya gelen Ryu ve Ken, eğlenmek için San Fransisco gecelerine akarlar ve bir bara girerler. Barda ikilimiz ve bazı askerler arasında kavga çıkar ve ikili onların icabına bakar. Fakat karşılarında Guile adında ummadıkları bir rakip bulunca deyim yerindeyse feleklerini şaşırırlar. Böylelikle Ryu ile Ken, Guile gibi güçlü savaşçılarla karşılaşıp onlarla dövüşmek için dünya turuna çıkarlar.
Animenin konusu aslında oyunlardaki gibi klasik dünyayı gezerek değişik dövüşçülerle savaşmak. İş buraya kadar iyi fakat bölümler ilerledikçe ve Ryu “Hadouken (aduket)” öğrenince her bölüm o inanılmaz uzun hadouken çekme sahnesini izliyoruz ve açıkçası atmosfer bir hayli düşüyor. Birde Ken arkadaşımız sürekli “siyaaaa-set” diye oradan oraya uçunca artık sinirden bizlerde evde siyaa-set diye sağ sola uçmaya başladık. Kısacası demek istediğim ilk on – on beş bölümden sonra bölümler sürükleyiciliğini kaybediyor ve boyna doldurulan tekrarlarla seri çekilmez hale geliyor.
Çizimler ise serinin en kötü tarafı çünkü diken saçlı bir Ryu ve kahverengi saçlı bir Ken’i daha önce hiç görmemiştim. Açıkçası yüz ifadesi olarak Bison ve Dhalsım dışında seride kimse orijinaline benzemiyor. Bu arada Honda ve Blanka da es geçilmiş. Ayrıca dikkatlice izlerseniz havaalanında arka planda veya hastanede kolu kırık bir şekilde figüran Akuma’yı görebilirsiniz. Evet, yanlış duymadınız. Koskoca Akuma hiç kıpırdamayan ve dikkat edilmez ise gözükmeyen arka plan karakteri olarak kullanılmış. Müziklerde de maalesef pek iş yok. Sürekli aynı melodi çalıp duruyor.
Özet olarak Street Fighter II – V bana göre vasatı aşamamış bir anime. Gerek hikâye akışının giderek saçmalaması ve “flashback”ler ile sinir bozucu hadouken hareketinin dakika başı karşımıza çıkması ile ve karakterlerin orijinaline benzememesi ile bana göre sınıfta kalmış bir anime. Hatta beraber izlediğim kardeşim, anime bittiğinde sevinç içinde Ken gibi “siyaa-set” diye bağırarak odadan koşarak ayrıldı. Peki bu animeye neden beş puan verdim diye sorarsanız kısacası Street Fighter oyunlarına olan saygımdan dolayı diyebilirim. Gönlüm daha düşük vermeye razım olmadı. Neyseki yeni Ps2 alındı ve bu defter çabuk kapatıldı.
14 Kasım 2009 Cumartesi
Red Garden
Yönetmen: Kou Matsuo
Stüdyo: Gonzo
Tür: Dram, Gerilim
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: 22
Anime Puanı: 10/9
Red Garden adlı animede sıradan ve birbirlerinden tamamen farklı dört kızın hayatlarının aniden nasıl değiştiğine tanıklık ediyoruz. Kate, Rose, Rachel ve Claire, New York’ta, Roosevelt Adası’nda bulunan özel bir okulda okumaktadır. Bu okula ya çok zenginler ya da burs kazananlar gidebilmektedir. Günün birinde uyandıklarında Kate ve diğer kızlar nedenlerini bilmedikleri halde kendilerini tuhaf hissederler. Ayrıca hiçbiri dün geceyi hatırlayamamaktadır. Aynı gün okullarında okuyan Lise adlı bir öğrencinin ormanda cesedinin bulunduğunu duyunca kızlar iyice huzursuzlaşır. Gün bitip gece olduğunda dört kızda aniden ortaya çıkan kelebekler görmeye başlar ve nedense içlerinde onları takip etme hissi uyanır. Dört kızda kelebekleri takip eder ve dördü de kendilerine aynı yerde bulur. Kate, Rose, Rachel ve Claire aynı yerde olduklarına çok şaşırır ve her dördünü de aynı yere kelebeklerin getirmiş olması hem şaşkınlıklarını arttırır hem de onları ürkütür. Ne olduğunu anlamayan kızların karşısına Lula adında bir kadın ve JC diye hitap ettiği bir adam çıkar. Lula kızlara en beklemedikleri şeyi söyler. “Hepiniz bir kez öldünüz ve yeni hayatlarınız sizin elinizde. Artık ya öldürecek ya da öleceksiniz.”
Red Garden’nın senaryosu oldukça ilginç ve biraz Gantz’ı andırmıyor değil. İzleyenle bilir, Gantz’ta da ölen insanlar kendilerini bir odada, bir küreyle beraber buluyordu ve öldürme görevleri alıyordu. Red Garden’da ise durum biraz daha değişik. Çünkü karşılarında aslında hep aynı rakip var ve bölümler ilerledikçe Kate, Claire, Rose ve Rachel nasıl öldüklerini ve neden öldürmek zorunda olduklarını öğreniyorlar.
Red Garden kan ve şiddetin yanında dram yönü de ağır basan bir anime. Bölümler ilerledikçe dört kız karakterinde geçmişlerine ve yaşantılarına tanıklık ediyor, sıkıntılarına ve mutluluklarına şahit oluyoruz. Kimisinin tek derdi ailesiyken, kimisi geçim derdinde, kimisi sevgili peşinde. Her ayrıntıya dikkat edilmiş ve her ne kadar ölüm görevine çıksalar da bu kızlarında aslında normal birer hayatlarının olduğu çok iyi resmedilmiş.
Karakterlerden kısaca bahsedecek olursam; Kate zengin bir ailenin iki kız kardeşin küçüğü. Kendisi okulun üst tabakasından ve “Grace” denilen bir nevi okulda düzeni sağlayan kulübün üyesi. Genelde oldukça sessiz sakin birisi ve ölen Lise’nin en iyi arkadaşıydı. Rachel’da Kate gibi zengin bir aileden geliyor ve giyimine kuşamına oldukça düşkün birisi. Grace’den bir hayli nefret ediyor ve “concon” arkadaşları ile her gece partilere gitmeye bayılıyor. Claire de aslında zengin bir aileden fakat babası ile sorun yaşadığı için tek başına yaşamakta ve ailesinden tek kuruş almamaktadır. Buz gibi bir apartman dairesinde yaşayan Claire, hamburgercide çalışmaktadır ve okulu aslında pek takmamaktadır. Rose ise en çekingen ve ürkek olanı. Babası onları bırakıp gittiğinden ve annesi hastaneye kaldırıldığından iki küçük kardeşine de o bakmaktadır ve sorumluluk almasını bilen bir karaktere sahiptir.
Serinin en beğenmediğim yeri ise karakterlerin burun çizimleri. Görsellik olarak aslında anime oldukça iyi ve karakterlerde anime karakterlerinden ziyade daha gerçeğe uygun (kocaman gözler falan yok) ama hepsinin burunları nedense uzun. Büyük demiyorum, hepsinin burunlarına yandan baktığınızda pinokyo gibi uzun olduğunu görüyorsunuz. Bunun dışında göze çarpan başka bir ayrıntı yok. Müzikler ahım şahım değil ama animeye uygun, ağır ve karanlık atmosferi iyi tamamlıyorlar. Animede bir adet açılış ve iki adet kapanış müziği mevcut.
Red Garden’nin birde “Dead Girls” adında bir Ova’sı mevcut. 44 Dakikalık bu ova uzak gelecekte geçiyor ve anime serisinin devamı niteliğinde. Fakat ovayı izlemeseniz de bir şey kaybetmezsiniz çünkü açıkçası 44 dakikada pek fazla bir şey işlenememiş. Sadece anime sonunda kızlara ne olduğunu ve gelecekte ne yaptıklarını görüyorsunuz o kadar.
Kısacası Red Garden’ı ben daha basit bir anime sanıyordum ve karşıma böyle güzel ve derin bir anime çıkınca sevindim diyebilirim. Red Garden aslında her kesime hitap etmiyor ama bana soracak olursanız mutlaka izlenmesi gereken bir anime.
Stüdyo: Gonzo
Tür: Dram, Gerilim
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: 22
Anime Puanı: 10/9
Red Garden adlı animede sıradan ve birbirlerinden tamamen farklı dört kızın hayatlarının aniden nasıl değiştiğine tanıklık ediyoruz. Kate, Rose, Rachel ve Claire, New York’ta, Roosevelt Adası’nda bulunan özel bir okulda okumaktadır. Bu okula ya çok zenginler ya da burs kazananlar gidebilmektedir. Günün birinde uyandıklarında Kate ve diğer kızlar nedenlerini bilmedikleri halde kendilerini tuhaf hissederler. Ayrıca hiçbiri dün geceyi hatırlayamamaktadır. Aynı gün okullarında okuyan Lise adlı bir öğrencinin ormanda cesedinin bulunduğunu duyunca kızlar iyice huzursuzlaşır. Gün bitip gece olduğunda dört kızda aniden ortaya çıkan kelebekler görmeye başlar ve nedense içlerinde onları takip etme hissi uyanır. Dört kızda kelebekleri takip eder ve dördü de kendilerine aynı yerde bulur. Kate, Rose, Rachel ve Claire aynı yerde olduklarına çok şaşırır ve her dördünü de aynı yere kelebeklerin getirmiş olması hem şaşkınlıklarını arttırır hem de onları ürkütür. Ne olduğunu anlamayan kızların karşısına Lula adında bir kadın ve JC diye hitap ettiği bir adam çıkar. Lula kızlara en beklemedikleri şeyi söyler. “Hepiniz bir kez öldünüz ve yeni hayatlarınız sizin elinizde. Artık ya öldürecek ya da öleceksiniz.”
Red Garden’nın senaryosu oldukça ilginç ve biraz Gantz’ı andırmıyor değil. İzleyenle bilir, Gantz’ta da ölen insanlar kendilerini bir odada, bir küreyle beraber buluyordu ve öldürme görevleri alıyordu. Red Garden’da ise durum biraz daha değişik. Çünkü karşılarında aslında hep aynı rakip var ve bölümler ilerledikçe Kate, Claire, Rose ve Rachel nasıl öldüklerini ve neden öldürmek zorunda olduklarını öğreniyorlar.
Red Garden kan ve şiddetin yanında dram yönü de ağır basan bir anime. Bölümler ilerledikçe dört kız karakterinde geçmişlerine ve yaşantılarına tanıklık ediyor, sıkıntılarına ve mutluluklarına şahit oluyoruz. Kimisinin tek derdi ailesiyken, kimisi geçim derdinde, kimisi sevgili peşinde. Her ayrıntıya dikkat edilmiş ve her ne kadar ölüm görevine çıksalar da bu kızlarında aslında normal birer hayatlarının olduğu çok iyi resmedilmiş.
Karakterlerden kısaca bahsedecek olursam; Kate zengin bir ailenin iki kız kardeşin küçüğü. Kendisi okulun üst tabakasından ve “Grace” denilen bir nevi okulda düzeni sağlayan kulübün üyesi. Genelde oldukça sessiz sakin birisi ve ölen Lise’nin en iyi arkadaşıydı. Rachel’da Kate gibi zengin bir aileden geliyor ve giyimine kuşamına oldukça düşkün birisi. Grace’den bir hayli nefret ediyor ve “concon” arkadaşları ile her gece partilere gitmeye bayılıyor. Claire de aslında zengin bir aileden fakat babası ile sorun yaşadığı için tek başına yaşamakta ve ailesinden tek kuruş almamaktadır. Buz gibi bir apartman dairesinde yaşayan Claire, hamburgercide çalışmaktadır ve okulu aslında pek takmamaktadır. Rose ise en çekingen ve ürkek olanı. Babası onları bırakıp gittiğinden ve annesi hastaneye kaldırıldığından iki küçük kardeşine de o bakmaktadır ve sorumluluk almasını bilen bir karaktere sahiptir.
Serinin en beğenmediğim yeri ise karakterlerin burun çizimleri. Görsellik olarak aslında anime oldukça iyi ve karakterlerde anime karakterlerinden ziyade daha gerçeğe uygun (kocaman gözler falan yok) ama hepsinin burunları nedense uzun. Büyük demiyorum, hepsinin burunlarına yandan baktığınızda pinokyo gibi uzun olduğunu görüyorsunuz. Bunun dışında göze çarpan başka bir ayrıntı yok. Müzikler ahım şahım değil ama animeye uygun, ağır ve karanlık atmosferi iyi tamamlıyorlar. Animede bir adet açılış ve iki adet kapanış müziği mevcut.
Red Garden’nin birde “Dead Girls” adında bir Ova’sı mevcut. 44 Dakikalık bu ova uzak gelecekte geçiyor ve anime serisinin devamı niteliğinde. Fakat ovayı izlemeseniz de bir şey kaybetmezsiniz çünkü açıkçası 44 dakikada pek fazla bir şey işlenememiş. Sadece anime sonunda kızlara ne olduğunu ve gelecekte ne yaptıklarını görüyorsunuz o kadar.
Kısacası Red Garden’ı ben daha basit bir anime sanıyordum ve karşıma böyle güzel ve derin bir anime çıkınca sevindim diyebilirim. Red Garden aslında her kesime hitap etmiyor ama bana soracak olursanız mutlaka izlenmesi gereken bir anime.
5 Kasım 2009 Perşembe
Yamato Nadeshiko Shichi Henge
Yönetmen: Shinichi Watanabe
Stüdyo: Nippon Animation
Tür: Komedi
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: 25
Anime Puanı: 10/7.5
Stüdyo: Nippon Animation
Tür: Komedi
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: 25
Anime Puanı: 10/7.5
Yamato Nadeshiko Shichi Henge, kısa ve İngilizce adı ile Perfect Girl Evolution veya The Wallflower adlı anime Sunako Nakahara etrafında dönüyor. Sunako henüz normal bir kızken okulda birisine âşık olduğunu ilan eder fakat beklenmedik bir cevap alır. Oğlan ona “ben çirkin kızlardan nefred ederim” der ve o günden itibaren Sunako’nun hayatı değişir. Sunako artık içine kapanık, görünümünden ve diğer güzel şeylerden nefret eden birisine dönüşmüştür. Öyle ki en iyi arkadaşı bir biyoloji mankenidir ve odasını kuru kafalar, iskeletlerle donatmıştır. Hatta kanlı, vahşet ve normal insanların tiksinip korkacağı şeylerden zevk almaya bile başlamıştır. Durum böyle olunca Sunako’nun halası onu dört birbirinden yakışıklı, daha doğrusu birbirinden güzel erkeğin yaşadığı bir malikâneye yollar. Malikânede yaşayan Kyouhei, Takenaga, Yuki ve Ranmaru ile ev sahibi Sunako’nun halası bir anlaşma yapar. Eğer Sunako’yu alımlı bir bayana dönüştürebilirlerse kira almayacaktır fakat başaramazlarsa kira bedeli üç katına çıkacaktır. Kendilerinden emin olan dörtlü anlaşmayı kabul eder fakat Sunako ile tanışınca işlerinin kolay olmadığını anlarlar. Çünkü sorun Sunako’nun görünüşünden ziyade kişiliğindedir.
Animenin konusu aslında oldukça ilginç ama artıları kadar eksileri de çok fazla. Öncelikle animenin en büyük artısı ve ayakta tutan ismi şüphesiz Kyouhei. Kendisi midesine düşkün ve kavgacı bir tiptir ve diğer karakterler özellikle Yuki yanlarında biraz sönük kalıyor. Ayrıca Sunako’nun sürekli “chibi” olarak, yani minik olarak gezinmesi ilk başta komik gelebilir ama durum sürekli olunca hiçbir esprisi kalmıyor. Birde manga hala devam ettiğinden animenin bir sonu olmadığından konu sürekli saptırılıyor ve özellikle salak “goth” kardeşlerle anime boyna doldurulmaya çalışılıyor. Ayrıca tamam erkekler yakışıklı ama bu kadarda abartılmaz. Neredeyse tüm Japonya bu erkeklerin peşinde ve bir anne sırf oğlu güzel diye onu evden atar mı anlamış değilim. Buna karşın özellikle serinin ilk bölümleri Sunako’nun hal ve tavırları gayet eğlenceli. Bilhassa rüyasında 13. Cuma’daki Jason“-kun” ile kovalamaca oynaması harika olmuş.
Yamato Nadeshiko Shichi Henge, aslında vasatı ancak aşmış bir anime ve benim beklentilerim açıkçası daha fazlaydı. Yinede kendine özgünlüğü ve parodileri ile kendini izlettirmesini başarıyor.
Animenin konusu aslında oldukça ilginç ama artıları kadar eksileri de çok fazla. Öncelikle animenin en büyük artısı ve ayakta tutan ismi şüphesiz Kyouhei. Kendisi midesine düşkün ve kavgacı bir tiptir ve diğer karakterler özellikle Yuki yanlarında biraz sönük kalıyor. Ayrıca Sunako’nun sürekli “chibi” olarak, yani minik olarak gezinmesi ilk başta komik gelebilir ama durum sürekli olunca hiçbir esprisi kalmıyor. Birde manga hala devam ettiğinden animenin bir sonu olmadığından konu sürekli saptırılıyor ve özellikle salak “goth” kardeşlerle anime boyna doldurulmaya çalışılıyor. Ayrıca tamam erkekler yakışıklı ama bu kadarda abartılmaz. Neredeyse tüm Japonya bu erkeklerin peşinde ve bir anne sırf oğlu güzel diye onu evden atar mı anlamış değilim. Buna karşın özellikle serinin ilk bölümleri Sunako’nun hal ve tavırları gayet eğlenceli. Bilhassa rüyasında 13. Cuma’daki Jason“-kun” ile kovalamaca oynaması harika olmuş.
Yamato Nadeshiko Shichi Henge, aslında vasatı ancak aşmış bir anime ve benim beklentilerim açıkçası daha fazlaydı. Yinede kendine özgünlüğü ve parodileri ile kendini izlettirmesini başarıyor.
28 Ekim 2009 Çarşamba
Kurozuka
Yönetmen: Tetsuro Araki
Stüdyo: Madhouse Studios
Tür: Aksiyon, Dram, Gerilim, Fantastik
Yapım Yılı: 2008
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/7
Kurozuka adlı anime oldukça ilginç bir senaryoya sahip. Seri 12. yüzyıl Japonya’sında başlıyor. Kuro ve hizmetlisi Benkei, Kuro’nun abisi Yoshitsune’den kaçmaktadır çünkü o, Kuro’nun canını istemektedir. Kaçışları esnasında Kuro ve Benkei, dağların ortasında bir kulübenin yanan ışıklarını görür ve sığınmak için oraya giderler. Kulübede Kuromitsu adında bir bayan tek başına yaşamaktadır. Kuro ve Kuromitsu çok geçmeden birbirlerine âşık olurlar ve Kuro, Kuromitsu’nın karanlık sırrını öğrenir. Kuromitsu ölümsüzdür ve kan içerek bedenini yenileyebilmektedir. Birkaç gün sonra kulübe saldırıya uğrar ve Kuro ölümcül bir yara alır. Kuromitsu’da Kuro’nun hayatını kurtarmak için ona kanından içirir ve Kuro da böylelikle ölümsüz olur. Kuro bu saldırıdan kurtulur ama Red Army tarafından kandırılan Benkei’in saldırısına maruz kalır. Benkei, Kuro’nun kafasını keser ama Kuro ölümsüz olduğu için ölmez ama kendinden geçer.
Kuro kendine geldiğinde zaman çoktan değişmiştir. Aradan tam bin yıl geçmiş ve dünya altüst olmuştur. 22. yüzyılda, Kuro’nun kendine gelmesinden yaklaşık yirmi yıl önce dünyaya dev bir göktaşı çarpmak üzereyken gelişmiş milletler göktaşına füze yollamış fakat füzeler diğer ülkelere düşmüş ve hayat altüst olmuştur. Japonya’da ise halk Red Army adlı örgütün pençesinde çaresizce yaşamaktadır. Çok geçmeden Kuro, Haniwa adındaki Red Army’e karşı isyan eden örgüte katılır çünkü Kuromistu’nun ölümsüz olduğu için Red Army’nin elinde olduğu düşünülmektedir.
Kurozuka’da 12 bölüm boyunca Kuro’nun hem Kuromitsu’yu aramasını hem de bin yıllık geçmişine “flashback”ler yani geri dönüşler yaşayarak şahit oluyoruz. Ve bölümler ilerledikçe Kuro’nun geçmişi aydınlanıyor ve yaşanlar gün yüzüne çıkıyor. Bu arada da Red Army tarafından Kuromitsu’nun kanı ile geliştirilmiş olan canavar-insanlara da karşı gelmeye çalışıyor.
Anime de 12 bölüm boyunca tempo çok az düşüyor ve bölümler genellikle şiddet dolu ve bol kanlı geçiyor. Görsel olarak anime oldukça kaliteli ve müzikleri de hem geleneksel Japon kültürünü hem de rock parçalarını içinde barındırıyor. Animenin eksi yönü ise içerdiği tempolu bölümlere rağmen senaryo ağır ve karışık ilerliyor ve işin ucunu bir yerde kaçırdınız mı, flashbackler ile yaşananların sırasını karıştırabiliyorsunuz. Ayrıca içerdiği şiddet ve cinsellik bakımından herkese hitap etmeye bilir.
Özetle Kurozuka, benim favorilerim arasına girmese de hoşuma giden ve önerebileceğim bir anime. 12 bölüm olması yerinde olmuş çünkü fazlası çok kafa karıştırabilirdi.
Stüdyo: Madhouse Studios
Tür: Aksiyon, Dram, Gerilim, Fantastik
Yapım Yılı: 2008
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/7
Kurozuka adlı anime oldukça ilginç bir senaryoya sahip. Seri 12. yüzyıl Japonya’sında başlıyor. Kuro ve hizmetlisi Benkei, Kuro’nun abisi Yoshitsune’den kaçmaktadır çünkü o, Kuro’nun canını istemektedir. Kaçışları esnasında Kuro ve Benkei, dağların ortasında bir kulübenin yanan ışıklarını görür ve sığınmak için oraya giderler. Kulübede Kuromitsu adında bir bayan tek başına yaşamaktadır. Kuro ve Kuromitsu çok geçmeden birbirlerine âşık olurlar ve Kuro, Kuromitsu’nın karanlık sırrını öğrenir. Kuromitsu ölümsüzdür ve kan içerek bedenini yenileyebilmektedir. Birkaç gün sonra kulübe saldırıya uğrar ve Kuro ölümcül bir yara alır. Kuromitsu’da Kuro’nun hayatını kurtarmak için ona kanından içirir ve Kuro da böylelikle ölümsüz olur. Kuro bu saldırıdan kurtulur ama Red Army tarafından kandırılan Benkei’in saldırısına maruz kalır. Benkei, Kuro’nun kafasını keser ama Kuro ölümsüz olduğu için ölmez ama kendinden geçer.
Kuro kendine geldiğinde zaman çoktan değişmiştir. Aradan tam bin yıl geçmiş ve dünya altüst olmuştur. 22. yüzyılda, Kuro’nun kendine gelmesinden yaklaşık yirmi yıl önce dünyaya dev bir göktaşı çarpmak üzereyken gelişmiş milletler göktaşına füze yollamış fakat füzeler diğer ülkelere düşmüş ve hayat altüst olmuştur. Japonya’da ise halk Red Army adlı örgütün pençesinde çaresizce yaşamaktadır. Çok geçmeden Kuro, Haniwa adındaki Red Army’e karşı isyan eden örgüte katılır çünkü Kuromistu’nun ölümsüz olduğu için Red Army’nin elinde olduğu düşünülmektedir.
Kurozuka’da 12 bölüm boyunca Kuro’nun hem Kuromitsu’yu aramasını hem de bin yıllık geçmişine “flashback”ler yani geri dönüşler yaşayarak şahit oluyoruz. Ve bölümler ilerledikçe Kuro’nun geçmişi aydınlanıyor ve yaşanlar gün yüzüne çıkıyor. Bu arada da Red Army tarafından Kuromitsu’nun kanı ile geliştirilmiş olan canavar-insanlara da karşı gelmeye çalışıyor.
Anime de 12 bölüm boyunca tempo çok az düşüyor ve bölümler genellikle şiddet dolu ve bol kanlı geçiyor. Görsel olarak anime oldukça kaliteli ve müzikleri de hem geleneksel Japon kültürünü hem de rock parçalarını içinde barındırıyor. Animenin eksi yönü ise içerdiği tempolu bölümlere rağmen senaryo ağır ve karışık ilerliyor ve işin ucunu bir yerde kaçırdınız mı, flashbackler ile yaşananların sırasını karıştırabiliyorsunuz. Ayrıca içerdiği şiddet ve cinsellik bakımından herkese hitap etmeye bilir.
Özetle Kurozuka, benim favorilerim arasına girmese de hoşuma giden ve önerebileceğim bir anime. 12 bölüm olması yerinde olmuş çünkü fazlası çok kafa karıştırabilirdi.
21 Ekim 2009 Çarşamba
Blood+
Yönetmen: Junichi Fujisaku
Stüdyo: Aniplex, Production I.G.
Tür: Aksiyon, Dram, Doğaüstü Güçler
Yapım Yılı: 2005
Bölüm Sayısı: 50
Anime Puanı: 10/8
Stüdyo: Aniplex, Production I.G.
Tür: Aksiyon, Dram, Doğaüstü Güçler
Yapım Yılı: 2005
Bölüm Sayısı: 50
Anime Puanı: 10/8
Saya Otonishi, onu evlat edinen babası George Miyagusuku ve tıpkı kendisi gibi evlat edinilen kardeşleri Kai ve Riku ile normal bir hayat yaşamaktadır. Fakat gariptir ki bir sene öncesini hatırlayamamaktadır. Günün birinde Saya spor ayakkabılarını okulda unutur ve onları almak için hava kararmış olmasına rağmen okula geri döner. Burada kan emici yaratık olan bir “chiropteran”nın saldırısına uğrar. Son anda Haji adında gizemli bir adam çıkagelir ve Saya’ya önce kanından içirerek eline bir kılıç verir. Söylediğine göre bu yaratıkları kanı yüzünden sadece Saya yenebilmektedir ama Saya hiçbir şey hatırlayamamaktadır. Bunun üzerine bir başka chiropteran saldırısında babası George hayatını kaybeder. Saya’da Haji, Kai, Riku ve uzun yıllardır chiropteran avlayan Red Shield adlı örgütün bir üyesi olan David ile hem chiropteranları avlayama, hem de geçmişini öğrenmek için yola koyulur. Saya geçmişini öğrendikçe aslında ne olduğunu anlamaya başlar ve en önemlisi Diva’nın varlığından haberdar olur.
Blood+ adlı anime serisi anlattığım gibi oldukça gizemli ve heyecanlı bir şekilde başlıyor. Saya’nın esrarengiz geçmişi, gizem dolu Haji derken kendinizi atmosfere kaptırıveriyorsunuz. Fakat 50 bölümlük animenin ortalarına yaklaştığınızda atmosfer ne yazık ki düşüşe geçiyor. Özellikle Saya’nın sevecen tavrının gelişen olaylar sonucu ani değişikliğe uğraması ve “artistvari” bir hava katışı sizleri Saya’dan soğutabilir. Bunun dışında karizmatik görünüşlü Haji’nin özellikle diğer kötü karakterlerin yanında biraz çelimsiz ve ezik kalması ve ayrıca ilerleyen bölümlerde Diva’nın sürekli o iğrenç opera şarkısını söylemesi (ki o bedenden o ses nasıl çıkıyor anlamış değilim) sizi bazen bezdirebilir. Tüm bunlara rağmen Blood+ serisi bizlere yaşattığı sürprizler ve dövüş sahneleri ile kendisini izlettirmesini başarabiliyor.
Karakterler bakımından ise anime bir hayli zengin. Fakat iyi karakterlerin çoğu açıkçası vasıfsız, sıradan insanlar. Oysa karşı tarafta başta Diva olmak üzere Solomon, Amshel, James, Nathan ve Carl gibi karizmatik ve güçlü chiropteran karakterler bulunmakta. Tüm bunların dışında kendilerine Sif diyen gizemli kişilerde anime esnasında karşımıza çıkıyor.
Görsel olarak ise Blood+ adlı animeye diyecek hiçbir lafım yok. Rusya’dan Okinawa’ya, Londra’dan New York’a kadar her yeri görüyoruz ve kaliteli çizimler sayesinde anime geçtiği mekânlara göre bir havaya, bir atmosfere bürünüyor. Müzikler ise aslında daha iyi olabilirdi. Dediğim gibi Diva’nın iğrenç opera şarkısını sürekli dinlemekten epey bir sıkılmıştım. Animede dört adet açılışı ve dört adet kapanışı mevcut ki benim en çok hoşuma giden ikinci açılış şarkısı oldu. Hyde’nin seslendirdiği (Larc-en-Ciel grubunun solisti ve Great Teacher Onizuka, Guardian of The Sacred Spirit gibi başka anime serilerine de beste yapan) “Seasons Call” adlı parça çok hoş.
Özetle Blood+ adlı anime çok iyi bir başlangıç yapıyor, ortalardan sonra yavanlaşmasına rağmen güzel ve tatmin edici bir son ile son buluyor. Eğer uzun soluklu bir seri arıyorsanız ve bol kan ilginizi çekerse Blood+’u tavsiye ederim.
Bilinmesi Gerekenler;
—Blood+’un Blood: The Last Vampire adında 2000 yapımı, seriden bağımsız uzun metrajlı bir anime filmi bulunmaktadır.
Blood+ adlı anime serisi anlattığım gibi oldukça gizemli ve heyecanlı bir şekilde başlıyor. Saya’nın esrarengiz geçmişi, gizem dolu Haji derken kendinizi atmosfere kaptırıveriyorsunuz. Fakat 50 bölümlük animenin ortalarına yaklaştığınızda atmosfer ne yazık ki düşüşe geçiyor. Özellikle Saya’nın sevecen tavrının gelişen olaylar sonucu ani değişikliğe uğraması ve “artistvari” bir hava katışı sizleri Saya’dan soğutabilir. Bunun dışında karizmatik görünüşlü Haji’nin özellikle diğer kötü karakterlerin yanında biraz çelimsiz ve ezik kalması ve ayrıca ilerleyen bölümlerde Diva’nın sürekli o iğrenç opera şarkısını söylemesi (ki o bedenden o ses nasıl çıkıyor anlamış değilim) sizi bazen bezdirebilir. Tüm bunlara rağmen Blood+ serisi bizlere yaşattığı sürprizler ve dövüş sahneleri ile kendisini izlettirmesini başarabiliyor.
Karakterler bakımından ise anime bir hayli zengin. Fakat iyi karakterlerin çoğu açıkçası vasıfsız, sıradan insanlar. Oysa karşı tarafta başta Diva olmak üzere Solomon, Amshel, James, Nathan ve Carl gibi karizmatik ve güçlü chiropteran karakterler bulunmakta. Tüm bunların dışında kendilerine Sif diyen gizemli kişilerde anime esnasında karşımıza çıkıyor.
Görsel olarak ise Blood+ adlı animeye diyecek hiçbir lafım yok. Rusya’dan Okinawa’ya, Londra’dan New York’a kadar her yeri görüyoruz ve kaliteli çizimler sayesinde anime geçtiği mekânlara göre bir havaya, bir atmosfere bürünüyor. Müzikler ise aslında daha iyi olabilirdi. Dediğim gibi Diva’nın iğrenç opera şarkısını sürekli dinlemekten epey bir sıkılmıştım. Animede dört adet açılışı ve dört adet kapanışı mevcut ki benim en çok hoşuma giden ikinci açılış şarkısı oldu. Hyde’nin seslendirdiği (Larc-en-Ciel grubunun solisti ve Great Teacher Onizuka, Guardian of The Sacred Spirit gibi başka anime serilerine de beste yapan) “Seasons Call” adlı parça çok hoş.
Özetle Blood+ adlı anime çok iyi bir başlangıç yapıyor, ortalardan sonra yavanlaşmasına rağmen güzel ve tatmin edici bir son ile son buluyor. Eğer uzun soluklu bir seri arıyorsanız ve bol kan ilginizi çekerse Blood+’u tavsiye ederim.
Bilinmesi Gerekenler;
—Blood+’un Blood: The Last Vampire adında 2000 yapımı, seriden bağımsız uzun metrajlı bir anime filmi bulunmaktadır.
4 Ekim 2009 Pazar
Peace Maker
Yönetmen: Tomohira Hirata
Stüdyo: Gonzo
Tür: Aksiyon, Dram, Komedi
Yapım Yılı: 2003
Bölüm Sayısı: 24
Anime Puanı: 10/9.5
Peace Maker, Japonya’nın Edo döneminim sonlarında geçmektedir. 15 yaşında olan ama boyu kısa olduğundan dolayı 11 veya 12 yaşındaymış gibi görünen Tetsunosuke Ichimura’nın annesi ve babası, iki yıl önce kendilerine Choushu adını veren ve devrimci olduklarını söyleyip imparatoru tahttan indirmeye çalışan bir grubun üyesi tarafından gözleri önünde öldürülmüştür. İki sene sonra ise Tetsu ve büyük abisi Tatsunosuke (Tatsu) Shinsengumi’ye katılırlar. Shinsengumi, Kyoto polisine bağlı, saygı ve korku duyulan, bir nevi özel bir polis teşkilatıdır. Tatsu orada belge işlerine bakmak için işe girmiş, Tetsu’da bir asker, bir samuray olmak isteyip ailesinin intikamını almak istemektedir. Fakat hem yaşının hem boyunun küçük olması sorundur. Nihayetinde kendisini Shinsengumi’nin yardımcı yöneticisinden sayılan ve Shinsengumi’nin şeytanı lakaplı Toshio Hijikata’nın hizmetkârı olarak işe aldırmayı başarır ve birbirinden deneyimli samurayların arasında yeni bir yaşamı başlar.
Peace Maker’ın hikayesi her ne kadar kurgu olsa da aslında gerçek öğelere dayanmaktadır. Edo devrinin sonunda gerçeken Shinsengumi adında bir teşkilat vardı ve oldukça saygı duyuluyordu. Japonya’ya yolunuz düşerse Tokyo’da Hijikata’nın gerçek heykelini bile görebilirsiniz. Ayrıca her ne kadar kurgu olarak bilinse de tarihte Tatsunosuke adında bir Shinsengumi üyesi gerçekten yaşamış. Tabi animedeki kurgudan çok farklı ve yetenekli bir samuraymış.
Peace Maker karakter bakımından en zengin animeler arasına giriyor. Özellikle Shinsengumi’de birbirinden yetenekli, kişilikleri farklı samuray görebilirsiniz. Doğal olarak bu da tek bir karaktere bağlanmamanızı sağlıyor ve herkesin aslında ne kadar önemli olduğunu gösteriyor bize. Bu karakterlerden bazılarını tanıtacak olursam;
Tetsunosuke Ichimura: Peace Maker’ın esas oğlanı ve animenin odaklandığı kişi. Bahsettiğim gibi boyu kısa olduğundan yaşı küçük sanılmaktadır ve Shinsengumi’ye ailesinin intikamını almak için katılmıştır. Ufak boyuna rağmen aslında oldukça güçlü ve cesaretlidir.
Tatsunosuke Ichimura: Tetsu’nun abisidir ve seri boyunca eline bir kez bile silah aldığını göremezsiniz. Kardeşine çok düşkündür ve onunla her daim ilgilenmekte, göz kulak olmaya çalışmaktadır.
Toshio Hijikata: Shinsengumi’nin en korkulan elemanı olduğu için şeytan lakabını almıştır. Kendisi her ne kadar Shinsengumi’nin yardımcı başkanı olsa da, otoritesi en çok geçek karakterdir. Samuray yetenekleri ise eşsizdir ve rakibine hiç acıması yoktur.
Soji Okita: Birinci bölük kaptanıdır ve aslında kız gibi görünüp davranmasına rağmen bir erkektir ve savaş alanında ölüm makinesine dönüşmektedir. Hijikata ile samimi hareketler gösterebilen ve hatta onunla dalga geçebilen tek kişidir ve Tetsu’nun yakın arkadaşlarındandır.
Shinpachi Nagakura: İkinci bölüğün kaptanıdır ve o da Tetsu kadar olmasa da kısa boyludur. Onuncu bölük kaptanı Sanosuke ve sekizinci bölük kaptanı Heisuke ile çok iyi arkadaştırlar, hatta onlara müthiş komedi üçlüsü bile denilmektedir.
Isami Kondo: Shinsengumi’nin başkanıdır. Her ne kadar olayları ciddiye almayan, komik bir karakter gibi dursa da, sorumluklarının farkında ve savaş alanında kusursuz bir samuraydır.
Saito Hajime: Üçüncü bölük kaptanıdır ve Peace Maker’ın en sıra dışı karakterlerinden biridir. Özel bir yeteneği ile hayaletlerle iletişim kurabilmekte ve özel büyüler yapabilmektedir.
Keisuke Yamanami: Yamanami’de Hijikata gibi yardımcı başkandır ve çoğu konuda Hijikata’ya baş kaldırabilen tek kişidir. Kendisi gözlük takmaktadır ve kılıç kullanmaktan ziyade abaküsü ile gezip matematikle uğraşmayı sevmektedir.
Yamazaki Susumu: Yamazaki samuray değil ninjadır ve Shinsengumi için çalışan yetenekli bir casustur. Gerektiğinde kadın kılığına da girebilen Yamazaki, raporlarını doğrucan Hijikata’ya verir.
Yoshida Toshimaru: Kendisi Choushu liderlerinden biridir ve imparatoru öldürerek devrim gerçekleştirmek istemektedir. Choushu’nun en tehlikeli, akıllı ve ne yaptığını bilen elemanlarındandır.
Gördüğünüz gibi Peace Maker’da epey karakter bulunmakta ve her biri kendine has özelliklere sahip. Görsellik bakımından anime oldukça kaliteli ve içinde dram bulunduğu kadar fazla abartıya kaçmadan komedi unsurları da bulunmakta, müzikleri ise bana göre biraz vasat kaldı. Açılış ve kapanış parçaları biraz Rap tarzında ve ben Rap yapan Japonlardan nefret ederim. Sonuç olarak Peace Maker atmosferi çok güzel, sizleri bağlayan kaliteli ve samuray temalı bir anime. İzlenmesini şiddetle tavsiye ederim.
Stüdyo: Gonzo
Tür: Aksiyon, Dram, Komedi
Yapım Yılı: 2003
Bölüm Sayısı: 24
Anime Puanı: 10/9.5
Peace Maker, Japonya’nın Edo döneminim sonlarında geçmektedir. 15 yaşında olan ama boyu kısa olduğundan dolayı 11 veya 12 yaşındaymış gibi görünen Tetsunosuke Ichimura’nın annesi ve babası, iki yıl önce kendilerine Choushu adını veren ve devrimci olduklarını söyleyip imparatoru tahttan indirmeye çalışan bir grubun üyesi tarafından gözleri önünde öldürülmüştür. İki sene sonra ise Tetsu ve büyük abisi Tatsunosuke (Tatsu) Shinsengumi’ye katılırlar. Shinsengumi, Kyoto polisine bağlı, saygı ve korku duyulan, bir nevi özel bir polis teşkilatıdır. Tatsu orada belge işlerine bakmak için işe girmiş, Tetsu’da bir asker, bir samuray olmak isteyip ailesinin intikamını almak istemektedir. Fakat hem yaşının hem boyunun küçük olması sorundur. Nihayetinde kendisini Shinsengumi’nin yardımcı yöneticisinden sayılan ve Shinsengumi’nin şeytanı lakaplı Toshio Hijikata’nın hizmetkârı olarak işe aldırmayı başarır ve birbirinden deneyimli samurayların arasında yeni bir yaşamı başlar.
Peace Maker’ın hikayesi her ne kadar kurgu olsa da aslında gerçek öğelere dayanmaktadır. Edo devrinin sonunda gerçeken Shinsengumi adında bir teşkilat vardı ve oldukça saygı duyuluyordu. Japonya’ya yolunuz düşerse Tokyo’da Hijikata’nın gerçek heykelini bile görebilirsiniz. Ayrıca her ne kadar kurgu olarak bilinse de tarihte Tatsunosuke adında bir Shinsengumi üyesi gerçekten yaşamış. Tabi animedeki kurgudan çok farklı ve yetenekli bir samuraymış.
Peace Maker karakter bakımından en zengin animeler arasına giriyor. Özellikle Shinsengumi’de birbirinden yetenekli, kişilikleri farklı samuray görebilirsiniz. Doğal olarak bu da tek bir karaktere bağlanmamanızı sağlıyor ve herkesin aslında ne kadar önemli olduğunu gösteriyor bize. Bu karakterlerden bazılarını tanıtacak olursam;
Tetsunosuke Ichimura: Peace Maker’ın esas oğlanı ve animenin odaklandığı kişi. Bahsettiğim gibi boyu kısa olduğundan yaşı küçük sanılmaktadır ve Shinsengumi’ye ailesinin intikamını almak için katılmıştır. Ufak boyuna rağmen aslında oldukça güçlü ve cesaretlidir.
Tatsunosuke Ichimura: Tetsu’nun abisidir ve seri boyunca eline bir kez bile silah aldığını göremezsiniz. Kardeşine çok düşkündür ve onunla her daim ilgilenmekte, göz kulak olmaya çalışmaktadır.
Toshio Hijikata: Shinsengumi’nin en korkulan elemanı olduğu için şeytan lakabını almıştır. Kendisi her ne kadar Shinsengumi’nin yardımcı başkanı olsa da, otoritesi en çok geçek karakterdir. Samuray yetenekleri ise eşsizdir ve rakibine hiç acıması yoktur.
Soji Okita: Birinci bölük kaptanıdır ve aslında kız gibi görünüp davranmasına rağmen bir erkektir ve savaş alanında ölüm makinesine dönüşmektedir. Hijikata ile samimi hareketler gösterebilen ve hatta onunla dalga geçebilen tek kişidir ve Tetsu’nun yakın arkadaşlarındandır.
Shinpachi Nagakura: İkinci bölüğün kaptanıdır ve o da Tetsu kadar olmasa da kısa boyludur. Onuncu bölük kaptanı Sanosuke ve sekizinci bölük kaptanı Heisuke ile çok iyi arkadaştırlar, hatta onlara müthiş komedi üçlüsü bile denilmektedir.
Isami Kondo: Shinsengumi’nin başkanıdır. Her ne kadar olayları ciddiye almayan, komik bir karakter gibi dursa da, sorumluklarının farkında ve savaş alanında kusursuz bir samuraydır.
Saito Hajime: Üçüncü bölük kaptanıdır ve Peace Maker’ın en sıra dışı karakterlerinden biridir. Özel bir yeteneği ile hayaletlerle iletişim kurabilmekte ve özel büyüler yapabilmektedir.
Keisuke Yamanami: Yamanami’de Hijikata gibi yardımcı başkandır ve çoğu konuda Hijikata’ya baş kaldırabilen tek kişidir. Kendisi gözlük takmaktadır ve kılıç kullanmaktan ziyade abaküsü ile gezip matematikle uğraşmayı sevmektedir.
Yamazaki Susumu: Yamazaki samuray değil ninjadır ve Shinsengumi için çalışan yetenekli bir casustur. Gerektiğinde kadın kılığına da girebilen Yamazaki, raporlarını doğrucan Hijikata’ya verir.
Yoshida Toshimaru: Kendisi Choushu liderlerinden biridir ve imparatoru öldürerek devrim gerçekleştirmek istemektedir. Choushu’nun en tehlikeli, akıllı ve ne yaptığını bilen elemanlarındandır.
Gördüğünüz gibi Peace Maker’da epey karakter bulunmakta ve her biri kendine has özelliklere sahip. Görsellik bakımından anime oldukça kaliteli ve içinde dram bulunduğu kadar fazla abartıya kaçmadan komedi unsurları da bulunmakta, müzikleri ise bana göre biraz vasat kaldı. Açılış ve kapanış parçaları biraz Rap tarzında ve ben Rap yapan Japonlardan nefret ederim. Sonuç olarak Peace Maker atmosferi çok güzel, sizleri bağlayan kaliteli ve samuray temalı bir anime. İzlenmesini şiddetle tavsiye ederim.
25 Eylül 2009 Cuma
Ganbare, Kickers!
Yönetmen: Akira Sugino
Stüdyo: Studio Pierrot
Tür: Spor
Yapım Yılı: 1986
Bölüm Sayısı: 26
Anime Puanı: 10/7.5
Captain Tsubasa serisini dünyada bilmeyen yoktur. Fakat Kickers, tam adıyla Ganbare Kickers dersek çok az kişi bu animenin ismini duymuştur. Captain Tsubasa’nın yayınlandığı dönemde ekrana sürülen ve gölgesinde kaldığı için tutulmayan Kickers, buram buram taklit koksa da Almanya’da benim ilk izlediğim aniemelerden ve aslında oldukça eğlenceli bir seriydi.
Serinin kahramanı Gregor'un (Orijinal adıyla Kakeru Daichi) taşınması ile başlıyor. Gregor, eski semtinde ünlü "Falcons" takımının bir üyesidir fakat küçük olduğundan daha sahaya hiç çıkmamıştır.Gregor ve ailesi yaşayacakları yeni şehirlerine vardıklarında, Gregor okuyacağı okulun takımı olan Kickers’e katılmak için sabırsızlanmaktadır. Fakat Gregor’u büyük bir sürpriz beklemektedir. Kickers takımı hiç galibiyet alamayan, en son maçlarını da “Red Devils” lakablı semtin en güçlü takımına karşı 21-0 kaybetmişlerdir. Bu yüzden de Kickers takımı dağılmanın eşiğindedir. Gregor, Kickers’in kalecisi ve kaptanı olan Mario (Masaru Hongo) ile tanışır ve onlara moral vermeye çalışır. Ayrıca Red Devils’lere karşı bir maç teklif etmek için yola koyulur. Red Devils’lerin kaptanı ve aynı zamanda kalecisi Victor (Hikaru Uesugi), Gregor’un üzerindeki Falcons formasını görünce hemen maç teklifini kabul eder ama Gregor artık Kickers’ler için oynadığını söyleyince işin yüzü değişir. Gregor sonuçta onları ikna etmeyi başarır ve Kickers – Red Devils arasındaki maç 10-1 Red Devils’lerin üstünlüğü ile son bulur. Lakin bu skor bile Kickers için mucize niteliği taşır. Çünkü yenilmez denen, efsane sıfatı takılan kaleci Victor, Gregor’dan bir gol yemiştir. Böylelikle Kickers takımı cesaretlenir ve yeni oyuncuları Gregor ile takımlarını düzlüğe çıkarmaya karar verirler.
Kickers serisine dikkatlice bakarsanız aslında Captain Tsubasa’ya çok benzediğini görebilirsiniz. İki seride de yeni taşınan bir oyuncu mevcut ve iki seride de hemen hemen takım sıfırdan yükselmeye başlıyor. Ayrıca Genzo ile Mario arasındaki fiziksel benzerlik gözden kaçmıyor. Fakat dediğim gibi her ne kadar taklit olsa da aslında Kickers karakterleri ve atmosferi ile kendine has bir stile, güzelliğe sahip. Görsellik bakımından da seri eski olduğundan öyle ahım şahım değil ama elbette ki izlenebiliyor. Ayrıca şutları ve hareketleri bakımından da biraz daha gerçekçi.
Sonuç olarak küçük Gregor veya Daichi’yi, kulağınıza hangi ismi daha uygun geliyorsa artık izlemenizi mutlaka tavsiye ederim. Hatta Captain Tsubasa’nın kısa versiyonu bile diyebilirim bu seriye.
Stüdyo: Studio Pierrot
Tür: Spor
Yapım Yılı: 1986
Bölüm Sayısı: 26
Anime Puanı: 10/7.5
Captain Tsubasa serisini dünyada bilmeyen yoktur. Fakat Kickers, tam adıyla Ganbare Kickers dersek çok az kişi bu animenin ismini duymuştur. Captain Tsubasa’nın yayınlandığı dönemde ekrana sürülen ve gölgesinde kaldığı için tutulmayan Kickers, buram buram taklit koksa da Almanya’da benim ilk izlediğim aniemelerden ve aslında oldukça eğlenceli bir seriydi.
Serinin kahramanı Gregor'un (Orijinal adıyla Kakeru Daichi) taşınması ile başlıyor. Gregor, eski semtinde ünlü "Falcons" takımının bir üyesidir fakat küçük olduğundan daha sahaya hiç çıkmamıştır.Gregor ve ailesi yaşayacakları yeni şehirlerine vardıklarında, Gregor okuyacağı okulun takımı olan Kickers’e katılmak için sabırsızlanmaktadır. Fakat Gregor’u büyük bir sürpriz beklemektedir. Kickers takımı hiç galibiyet alamayan, en son maçlarını da “Red Devils” lakablı semtin en güçlü takımına karşı 21-0 kaybetmişlerdir. Bu yüzden de Kickers takımı dağılmanın eşiğindedir. Gregor, Kickers’in kalecisi ve kaptanı olan Mario (Masaru Hongo) ile tanışır ve onlara moral vermeye çalışır. Ayrıca Red Devils’lere karşı bir maç teklif etmek için yola koyulur. Red Devils’lerin kaptanı ve aynı zamanda kalecisi Victor (Hikaru Uesugi), Gregor’un üzerindeki Falcons formasını görünce hemen maç teklifini kabul eder ama Gregor artık Kickers’ler için oynadığını söyleyince işin yüzü değişir. Gregor sonuçta onları ikna etmeyi başarır ve Kickers – Red Devils arasındaki maç 10-1 Red Devils’lerin üstünlüğü ile son bulur. Lakin bu skor bile Kickers için mucize niteliği taşır. Çünkü yenilmez denen, efsane sıfatı takılan kaleci Victor, Gregor’dan bir gol yemiştir. Böylelikle Kickers takımı cesaretlenir ve yeni oyuncuları Gregor ile takımlarını düzlüğe çıkarmaya karar verirler.
Kickers serisine dikkatlice bakarsanız aslında Captain Tsubasa’ya çok benzediğini görebilirsiniz. İki seride de yeni taşınan bir oyuncu mevcut ve iki seride de hemen hemen takım sıfırdan yükselmeye başlıyor. Ayrıca Genzo ile Mario arasındaki fiziksel benzerlik gözden kaçmıyor. Fakat dediğim gibi her ne kadar taklit olsa da aslında Kickers karakterleri ve atmosferi ile kendine has bir stile, güzelliğe sahip. Görsellik bakımından da seri eski olduğundan öyle ahım şahım değil ama elbette ki izlenebiliyor. Ayrıca şutları ve hareketleri bakımından da biraz daha gerçekçi.
Sonuç olarak küçük Gregor veya Daichi’yi, kulağınıza hangi ismi daha uygun geliyorsa artık izlemenizi mutlaka tavsiye ederim. Hatta Captain Tsubasa’nın kısa versiyonu bile diyebilirim bu seriye.
Son olarak, ilginçtir ki anime kendi ülkesinde Tsubasa'nın gölgesinde kaldığı için 21. bölümde yayından kaldırılmış. Tam olarak, yani 26 bölüm olarak sadece Almanya ve yanlış bilmiyorsam İspanya'da yayınlanmış.
Pumpkin Scissors
Yönetmen: Katsuhita Akiyama
Stüdyo: Gonzo
Tür: Dram, Askeri
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: 24
Anime Puanı: 10/9
Pumpkin Scissors, aslında seride isimler ve mekânla farklı olsa da, ikinci dünya savaşının sonra Almanya’sını alternatif bir dünyada ele alıyor. Kraliyet İmparatorluğu ve Cumhuriyeti arasında uzun yıllar süren bir savaş yaşanmış ve sonunda barış antlaşması imzalanmıştır. Anime ise barışın imzalanmasından üç yıl sonrasını, insanların altüst olan yaşamlarını düzeltmeye çalışmalarını (daha doğrusu düzeltememelerini), askerlerin psikolojik durumlarını ve yaşanan olayları anlatmaktadır. Askeriyede halka yardımcı olmak adında “War Relief” yani savaş rahatlatması anlamına gelen Bölüm 3’ü, namı diğer Pumpkin Scissors birliğini kurmuştur. Nitekim Pumpkin Scissors’ların işi hiç kolay değildir çünkü fakir halk askerlerden nefret etmektedir. Bunun sebebi ise askerlerin rahat yaşadıklarını ve sadece soylulara önem verdiklerini düşünmeleridir. Animenin ilk bölümü Pumpkin Scissors adlı birliğin bir olay için görevlendirilmelerini ve gizemli geçmişi Randel Oland ile tanışmaları ile başlıyor. Eski bir Anti tank süvarisi olan Randel aslında iyi kalpli ve düşünceli bir insandır fakat belindeki savaş zamanından kalma, mavi ışık yayan fenerini açtığında bir ölüm makinesine dönüşmektedir.
Pumpkin Scissors serisi eğer izlediyseniz sizlere ilk bakışta Fullmetal Alchemist serisini hatırlatabilir. Hatta oradaki simyayı, büyüleri çıkarın ve alın size Pumpkin Scissors. Animenin görsel bakımından hiçbir sorunu veya garipliği yok ve gerek açılış parçası veya eğlenceli kapanış parçaları ile müzikleri de çok kaliteli diyebilirim. Pumpkin Scissors’un tek eksisi ise havada ve yarım kalan sonu diyebilirim. Bunun sebebi ise mangasının hala devam etmesi. Yani tam arka plandaki esas konu, esas karanlık örgüt yavaş yavaş piyasaya çıkıyor derken seri son buluveriyor. Bizler içinde manga bittikten sonra veya bayağı bir ilerledikten sonra ikinci sezonu beklemekten başka çare kalmıyor.
Sonuç olarak her ne kadar sonu tatmin edici olmasa da, Pumpkin Scissors mutlaka izlenmesi gerek ve bizlere gerçek hayattan da kesitler sunmayı başaran, atmosferi düşmeyen ve kendini izlettiren bir yapım. Herkese tavsiye ederim.
Stüdyo: Gonzo
Tür: Dram, Askeri
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: 24
Anime Puanı: 10/9
Pumpkin Scissors, aslında seride isimler ve mekânla farklı olsa da, ikinci dünya savaşının sonra Almanya’sını alternatif bir dünyada ele alıyor. Kraliyet İmparatorluğu ve Cumhuriyeti arasında uzun yıllar süren bir savaş yaşanmış ve sonunda barış antlaşması imzalanmıştır. Anime ise barışın imzalanmasından üç yıl sonrasını, insanların altüst olan yaşamlarını düzeltmeye çalışmalarını (daha doğrusu düzeltememelerini), askerlerin psikolojik durumlarını ve yaşanan olayları anlatmaktadır. Askeriyede halka yardımcı olmak adında “War Relief” yani savaş rahatlatması anlamına gelen Bölüm 3’ü, namı diğer Pumpkin Scissors birliğini kurmuştur. Nitekim Pumpkin Scissors’ların işi hiç kolay değildir çünkü fakir halk askerlerden nefret etmektedir. Bunun sebebi ise askerlerin rahat yaşadıklarını ve sadece soylulara önem verdiklerini düşünmeleridir. Animenin ilk bölümü Pumpkin Scissors adlı birliğin bir olay için görevlendirilmelerini ve gizemli geçmişi Randel Oland ile tanışmaları ile başlıyor. Eski bir Anti tank süvarisi olan Randel aslında iyi kalpli ve düşünceli bir insandır fakat belindeki savaş zamanından kalma, mavi ışık yayan fenerini açtığında bir ölüm makinesine dönüşmektedir.
Pumpkin Scissors serisi eğer izlediyseniz sizlere ilk bakışta Fullmetal Alchemist serisini hatırlatabilir. Hatta oradaki simyayı, büyüleri çıkarın ve alın size Pumpkin Scissors. Animenin görsel bakımından hiçbir sorunu veya garipliği yok ve gerek açılış parçası veya eğlenceli kapanış parçaları ile müzikleri de çok kaliteli diyebilirim. Pumpkin Scissors’un tek eksisi ise havada ve yarım kalan sonu diyebilirim. Bunun sebebi ise mangasının hala devam etmesi. Yani tam arka plandaki esas konu, esas karanlık örgüt yavaş yavaş piyasaya çıkıyor derken seri son buluveriyor. Bizler içinde manga bittikten sonra veya bayağı bir ilerledikten sonra ikinci sezonu beklemekten başka çare kalmıyor.
Sonuç olarak her ne kadar sonu tatmin edici olmasa da, Pumpkin Scissors mutlaka izlenmesi gerek ve bizlere gerçek hayattan da kesitler sunmayı başaran, atmosferi düşmeyen ve kendini izlettiren bir yapım. Herkese tavsiye ederim.
18 Eylül 2009 Cuma
Bartender
Yönetmen: Masaki Watanabe
Stüdyo: Palm Studio
Tür: Dram
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: 11
Anime Puanı: 10/5.5
Ne silahlar, ne kılıçlar, ne fantastik olaylar, ne gizemli yaratıklar var bu animede. 11 bölümlük Bartender’da karşımıza sadece normal insanlar, günlük yaşamları, sıkıntıları veya sevinçleri ekrana geliyor. Ryu Sasakura deneyimli bir barmendir ve bardakların tanrısı olarak tanınmaktadır. Tokyo’nun Ginza bölgesinde, gözden kolayca kaçabilecek ağır kapısıyla Eden Hall adlı barını işletmektedir. Söylenenlere göre insanlar bu barı yanlarından geçerken fark etmezlermiş bile ve sadece aradığında bulunabilirmiş. Tüm seri boyunca bu kapıdan 11 farklı kişilik giriyor ve alkol temalı muhabbet eşliğinde onların hayat hikâyelerine ve Sasakura’nın ilginç ve hayret verici kokteyllerine tanıklık ediyoruz.
Bartender’in konusu özetle birbirinden değişik insanların hayattan kesitlerini bizlere sunuyor. Ne komplike olaylar, ne de şaşırtıcı gelişmeler yaşanmıyor. Ve bu durum seriyi bazı bölümler olumlu etkilemiş olsa da 11 bölümün çoğunda atmosfer sıkıcı bir şekilde ilerliyor ve açıkçası pek tat vermiyor. Bartender’in en güzel tarafı ise alkol kullansanız da, kullanmasanız da hazırlanan içkiler ve garip hikâyeleri. Kokteyllerden viskilere kadar, biralardan sıcak içeceklere kadar birbirinden değişik içkileri ve nasıl yapıldıklarını bile öğrenebiliyorsunuz. Lakin bahsettiğim gibi bu durum senaryoyu pek fazla taşıyamıyor.
Sonuç olarak Bartender aslında çok daha iyi bir anime olabilirdi. Çünkü aksiyon düşkünü olmasanız bile bu kadar durağanlık gerçekten fazla sıkıcı oluyor ve dikkatiniz başka yerlere kaymaya başlıyor. Özetle Bartender izlenebilir ama izlenmese de fazla bir şey kaybedilmez.
Stüdyo: Palm Studio
Tür: Dram
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: 11
Anime Puanı: 10/5.5
Ne silahlar, ne kılıçlar, ne fantastik olaylar, ne gizemli yaratıklar var bu animede. 11 bölümlük Bartender’da karşımıza sadece normal insanlar, günlük yaşamları, sıkıntıları veya sevinçleri ekrana geliyor. Ryu Sasakura deneyimli bir barmendir ve bardakların tanrısı olarak tanınmaktadır. Tokyo’nun Ginza bölgesinde, gözden kolayca kaçabilecek ağır kapısıyla Eden Hall adlı barını işletmektedir. Söylenenlere göre insanlar bu barı yanlarından geçerken fark etmezlermiş bile ve sadece aradığında bulunabilirmiş. Tüm seri boyunca bu kapıdan 11 farklı kişilik giriyor ve alkol temalı muhabbet eşliğinde onların hayat hikâyelerine ve Sasakura’nın ilginç ve hayret verici kokteyllerine tanıklık ediyoruz.
Bartender’in konusu özetle birbirinden değişik insanların hayattan kesitlerini bizlere sunuyor. Ne komplike olaylar, ne de şaşırtıcı gelişmeler yaşanmıyor. Ve bu durum seriyi bazı bölümler olumlu etkilemiş olsa da 11 bölümün çoğunda atmosfer sıkıcı bir şekilde ilerliyor ve açıkçası pek tat vermiyor. Bartender’in en güzel tarafı ise alkol kullansanız da, kullanmasanız da hazırlanan içkiler ve garip hikâyeleri. Kokteyllerden viskilere kadar, biralardan sıcak içeceklere kadar birbirinden değişik içkileri ve nasıl yapıldıklarını bile öğrenebiliyorsunuz. Lakin bahsettiğim gibi bu durum senaryoyu pek fazla taşıyamıyor.
Sonuç olarak Bartender aslında çok daha iyi bir anime olabilirdi. Çünkü aksiyon düşkünü olmasanız bile bu kadar durağanlık gerçekten fazla sıkıcı oluyor ve dikkatiniz başka yerlere kaymaya başlıyor. Özetle Bartender izlenebilir ama izlenmese de fazla bir şey kaybedilmez.
12 Eylül 2009 Cumartesi
Romeo x Juliet
Yönetmen: Fumitoshi Oisaki
Stüdyo: Gonzo
Tür: Dram, Romantizm
Yapım Yılı: 2007
Bölüm Sayısı: 24
Anime Puanı: 10/8
Rome x Juliet adlı anime, her ne kadar konusunu William Shakspeare’in ölümsüz eserinden aldıysa da, senaryonun işleyişi ve geçtiği dünya bambaşka bir âlem. Konuya gelecek olursam; alternatif bir dünyada, Neo Verona adlı bir imparatorlukta Capulet ailesi imparatorluğu halkla yan yana, barış içinde yaşatmıştır. Ta ki bir gün seçkin ailelerden biri olan Montague ailesinin başı Leontes Montague isyan edene kadar. Montague, Capulet kalesini zorla ele geçirmiştir ve Capulet soyadını taşıyan herkesi kılıçtan geçirerek kendisini yeni dük ilan etmiştir. Capulet ailesinden ise sadece bir kişi hayatta kalmayı başarmıştır, o da iki yaşındaki Juliet Fiamatta Asto Capulet’tir.
Aradan 14 sene geçer. Montague düktür ve zalimliği sayesinde halk arasında sevilmemektedir. Herkes ondan, hatta meclis bile korkmaktadır. Montague’nin yeni imparatorluğu altında alt tabaka insanlar ezilmekte, seçkin insanlar ise keyif çatmaktadır. Juliet ise her şeyden habersiz ve sebebini bilmediği halde erkek kılığında, Odin adı altında, saklanarak yaşamaktadır. Günün birinde, şans eseri kalede düzenlenen ve sadece seçkin ailelerin gidebileceği bir baloya gider. 16 yaşında, ilk defa bir elbise giymiş olan Juliet burada birisiyle tanışır. Tanıştığı ve hoşlandığı kişinin adı Romeo’dur.
Juliet 16 yaşına bastığında ona 14 sene önce olan her şey anlatılır. Neden erkek kılığında dolaşmasından Montague’nin tüm ailesini katletmesine kadar. Ve isyan hazırlıklarına, daha doğrusu Neo Verona’yı Montague’nin elinden alıp halka geri verme harekâtının ilk adımları atılmış olur. Yeniden Capulet bayrağı altında birleşen insanlar, Juliet önderliğinde en büyük düşmanlarına karşı baş kaldırmaya hazırlanmaktadırlar. Fakat kaderin bir oyunu olacak ki, o en büyük düşmanın oğlu, çok hoşlandığı Romeo Candolebonte Montague’den başka birisi değildir.
Dediğim gibi konu olarak Romeo x Julliet, bir yere kadar Shakspeare’in eserine sadık kalınmış. Gerek anlatım, gerekse geçtiği dünya bambaşka. Görsellik bakımından da anime oldukça kaliteli olarak göze çarpıyor. Ne fazla abartılı, ne de kalitesiz. Müziklerin ise animeye katkısı büyük.
Sonuç olarak, Romeo x Juliet adlı animeyi herkese tavsiye edebilirim. Klasik roman havasından çok daha değişik, alternatif bir uyarlama.
Stüdyo: Gonzo
Tür: Dram, Romantizm
Yapım Yılı: 2007
Bölüm Sayısı: 24
Anime Puanı: 10/8
Rome x Juliet adlı anime, her ne kadar konusunu William Shakspeare’in ölümsüz eserinden aldıysa da, senaryonun işleyişi ve geçtiği dünya bambaşka bir âlem. Konuya gelecek olursam; alternatif bir dünyada, Neo Verona adlı bir imparatorlukta Capulet ailesi imparatorluğu halkla yan yana, barış içinde yaşatmıştır. Ta ki bir gün seçkin ailelerden biri olan Montague ailesinin başı Leontes Montague isyan edene kadar. Montague, Capulet kalesini zorla ele geçirmiştir ve Capulet soyadını taşıyan herkesi kılıçtan geçirerek kendisini yeni dük ilan etmiştir. Capulet ailesinden ise sadece bir kişi hayatta kalmayı başarmıştır, o da iki yaşındaki Juliet Fiamatta Asto Capulet’tir.
Aradan 14 sene geçer. Montague düktür ve zalimliği sayesinde halk arasında sevilmemektedir. Herkes ondan, hatta meclis bile korkmaktadır. Montague’nin yeni imparatorluğu altında alt tabaka insanlar ezilmekte, seçkin insanlar ise keyif çatmaktadır. Juliet ise her şeyden habersiz ve sebebini bilmediği halde erkek kılığında, Odin adı altında, saklanarak yaşamaktadır. Günün birinde, şans eseri kalede düzenlenen ve sadece seçkin ailelerin gidebileceği bir baloya gider. 16 yaşında, ilk defa bir elbise giymiş olan Juliet burada birisiyle tanışır. Tanıştığı ve hoşlandığı kişinin adı Romeo’dur.
Juliet 16 yaşına bastığında ona 14 sene önce olan her şey anlatılır. Neden erkek kılığında dolaşmasından Montague’nin tüm ailesini katletmesine kadar. Ve isyan hazırlıklarına, daha doğrusu Neo Verona’yı Montague’nin elinden alıp halka geri verme harekâtının ilk adımları atılmış olur. Yeniden Capulet bayrağı altında birleşen insanlar, Juliet önderliğinde en büyük düşmanlarına karşı baş kaldırmaya hazırlanmaktadırlar. Fakat kaderin bir oyunu olacak ki, o en büyük düşmanın oğlu, çok hoşlandığı Romeo Candolebonte Montague’den başka birisi değildir.
Dediğim gibi konu olarak Romeo x Julliet, bir yere kadar Shakspeare’in eserine sadık kalınmış. Gerek anlatım, gerekse geçtiği dünya bambaşka. Görsellik bakımından da anime oldukça kaliteli olarak göze çarpıyor. Ne fazla abartılı, ne de kalitesiz. Müziklerin ise animeye katkısı büyük.
Sonuç olarak, Romeo x Juliet adlı animeyi herkese tavsiye edebilirim. Klasik roman havasından çok daha değişik, alternatif bir uyarlama.
28 Ağustos 2009 Cuma
Lucky Star
Yönetmen: Yutaka Yamamoto
Stüdyo: Kyoto Animation
Tür: Komedi
Yapım Yılı: 2007
Bölüm Sayısı: 24 + Ova
Anime Puanı: 10/9
Kızları yakından tanımak gerekirse; şüphesiz herkesin favorisi kısa boyu ve mavi saçları ile Izumi Konata. Kendisi tam bir otaku (anime – manga delisi) ve işi gücü anime serileri, mangalar, oyunlar. Öyle ki öğretmeni ile sabahlara kadar online oyun oynayan başka birisini bulamazsınız. Gündüz kuşağı animeleri izleyebilmek için okuldan kaytarmaya çalışmasından babası ile ortaklaşa kullandıkları gal-games (erotik Japon RPG oyunları) tarzı oyunlara kadar her anlamda garip birisi Konata. Bir diğer karakterimiz de Miyuki Takara. Kendisi tam bir hanımefendi olup sınıfın hem en zekisi, hem de en güzellerindendir. Bilgi birikimi oldukça geniş olduğundan herkes sorusu oldu mu ona yönelir. Son iki kızımız ise çift yumurta ikizleri olan Kagami ve Tsukasa Hiiragi kardeşler. Her ne kadar ikiz olsalar da, karakter bakımından tamamen zıtlar. Kagami daha hırçın, atılgan ve aktif bir tipken Tsukasa sessiz sedasız, kendisinden birkaç dakika büyük olan ablasına çok güvenen ve çekingen bir tip.
Çizim olarak Lucky Star karakterleri kadar ilginç. Tam anlamıyla abartılmış anime tarzı çizimleriyle gerçeklikten biraz uzaklaşmış dursa da aslında gayet sevimli bir hava katmış animeye. Müzikleri de oldukça iyi olan animenin açılış müziği çok hareketli ve hoş. Kısacası bizlere hayattan kesitler sunan, diğer anime serilerine de göndermeler yapmayı ihlal etmeyen Lucky Star’ı gülmek ve eğlenmek istiyorsanız tavsiye edebilirim. Ayrıca Lucky Star’ın 52 dakika uzunluğunda seriden bağımsız sayılabilecek birde ovası bulunmaktadır.
Stüdyo: Kyoto Animation
Tür: Komedi
Yapım Yılı: 2007
Bölüm Sayısı: 24 + Ova
Anime Puanı: 10/9
Lucky Star’ın aslında öyle belli bir konusu, belli bir çizgide ilerleyen senaryosu yok. Bu anime bizlere dört sıradan kızların hayatlarının nasıl geçtiğini, birbirleri ve arkadaşları ile olan ilişkilerini, kısacası hayatlarından kesitler sunarak bizleri yirmi dört bölüm boyunca eğlendiriyor. Her ne kadar sıradan kızlar desek de yaptıklarıyla, komik ve garip sohbetleriyle, yaşayış tarzları ile sıradanın çok üstüne çıkmayı başarıyorlar ve doğal olarak izleyenlerine bol gülmeli vakit sunuyorlar. Lise ikinci sınıfa giderken izlemeye başladığımız bu kızların okul hayatlarını, eğlence hayatlarını, yaz ve kış tatillerini, üst sınıfa geçmelerine kadar tanık oluyoruz.
Kızları yakından tanımak gerekirse; şüphesiz herkesin favorisi kısa boyu ve mavi saçları ile Izumi Konata. Kendisi tam bir otaku (anime – manga delisi) ve işi gücü anime serileri, mangalar, oyunlar. Öyle ki öğretmeni ile sabahlara kadar online oyun oynayan başka birisini bulamazsınız. Gündüz kuşağı animeleri izleyebilmek için okuldan kaytarmaya çalışmasından babası ile ortaklaşa kullandıkları gal-games (erotik Japon RPG oyunları) tarzı oyunlara kadar her anlamda garip birisi Konata. Bir diğer karakterimiz de Miyuki Takara. Kendisi tam bir hanımefendi olup sınıfın hem en zekisi, hem de en güzellerindendir. Bilgi birikimi oldukça geniş olduğundan herkes sorusu oldu mu ona yönelir. Son iki kızımız ise çift yumurta ikizleri olan Kagami ve Tsukasa Hiiragi kardeşler. Her ne kadar ikiz olsalar da, karakter bakımından tamamen zıtlar. Kagami daha hırçın, atılgan ve aktif bir tipken Tsukasa sessiz sedasız, kendisinden birkaç dakika büyük olan ablasına çok güvenen ve çekingen bir tip.
Çizim olarak Lucky Star karakterleri kadar ilginç. Tam anlamıyla abartılmış anime tarzı çizimleriyle gerçeklikten biraz uzaklaşmış dursa da aslında gayet sevimli bir hava katmış animeye. Müzikleri de oldukça iyi olan animenin açılış müziği çok hareketli ve hoş. Kısacası bizlere hayattan kesitler sunan, diğer anime serilerine de göndermeler yapmayı ihlal etmeyen Lucky Star’ı gülmek ve eğlenmek istiyorsanız tavsiye edebilirim. Ayrıca Lucky Star’ın 52 dakika uzunluğunda seriden bağımsız sayılabilecek birde ovası bulunmaktadır.
19 Ağustos 2009 Çarşamba
Monster
Yönetmen: Masayuki Kojima
Stüdyo: Madhouse Studios, Vap
Tür: Dram, Gerilim
Yapım Yılı: 2004
Bölüm Sayısı: 74
Anime Puanı: 10/9.5
Monster adlı uzun soluklu anime tarih olarak seksenli yıllar ile doksanlı yılların sonu arasında, Almanya’da geçiyor. Japon olan Kenzo Tenma, çok başarılı bir beyin cerrahıdır ve çalıştığı hastanede çok meşhurdur. Başhekimin kızı Eva Heineman ile nişanlı olan Dr. Tenma, fark etmese de başhekimin kuklası gibidir. Onun yerine tezler yazmakta ve her yaptığı başarılı ameliyatın meyvesini başhekim yemektedir. Günün birinde hastanede Türk bir kadın Dr. Tenma’ya feryat eder. Dediğine göre kocası daha önce hastaneye gelmiştir ama Tenma, başhekimden aldığı talimatlar üzerine ünlü bir tenorun ameliyatına girmiş, Türk hastanın kocası bekletilmiş ve sonunda hayatını kaybetmiştir. Nasıl böyle bir şeyin olduğunu, her hayatın eşit olduğunu düşünen Tenma’nın tüm hayatı ikiz kardeşlerin acil olarak hastanesine getirilmesi ile değişir. On yaşını geçmeyen ikizlerden kız olan büyük şoktadır ve erkek olanın ise başında bir mermi vardır. Tenma oğlanı tam ameliyata hazırlarken hastaneye belediye başkanı gelir ve başhekim Tenma’dan onun ameliyatına girmesini ister. Tenma ise bu ameliyatı hemen yapmazsa çocuğun öleceğini söyler ve belediye başkanının yerine ikizin ameliyatına girer. Nitekim çocuk kurtulur ama belediye başkanı hayatını kaybeder. Başhekim bu olay üzerine hastanenin ününün zedeleneceğinden çok sinirlenir ve Dr. Tenma’nın kariyerinin asla ilerleyemeyeceğini söyler. Ayrıca kızı Eva’da artık gölgede kalan bir doktor olduğu için onu terk eder.
Günler sonra ise esrarengiz bir olay olur. Başhekim ve iki doktorun erkek ikizin odasından alarak yediği şekerler sonucu zehirlenerek hayatını kaybeder. Akabinde de ikizler hastaneden kaybolur. İlk başta başhekim ve iki doktorun ölümünden en büyük faydayı Tenma sağlar diye ondan şüphelenilir ama Tenma kolaylıkla aklanır ve yeni başhekim tarafından da Baş beyin cerrahı doktoru pozisyonuna getirilir. İkizler kaybolmuş, başhekim ölmüş ve Tenma istemediği bir şekilde olsa da eski hayatına, hatta daha iyisine kavuşmuştur.
Aradan on sene geçtikten sonra ise ikizler yeniden ortaya çıkar. Yaşanan bir dizi olaylardan sonra Tenma kurtardığı çocuğun adının Johan olduğunu ve bir canavar olduğunu fark eder. Çünkü Johan çok zekidir ve ikinci Hitler olarak da anılmaktadır. Ayrıca Johan’ı tanıyan başta onu evlat edinen üvey aileler teker teker ölmektedir. Tenma’da bu canavarı hayata döndürdüğü için kendisini sorumlu hisseder ve onu durdurmak için peşine düşer. Bu arada Johan’da iki kardeşi, şuan ki adı ile Nina Fortner’in peşindedir. Tenma Nina’ya Johan’dan önce ulaşır fakat Johan’ın yaptırdığı bir cinayetin zanlısı duruma düşer. Dr. Tenma ise artık kaçaktır ve bu canavarı durdurmak için elinden geleni yapmaya ant içer.
Stüdyo: Madhouse Studios, Vap
Tür: Dram, Gerilim
Yapım Yılı: 2004
Bölüm Sayısı: 74
Anime Puanı: 10/9.5
Monster adlı uzun soluklu anime tarih olarak seksenli yıllar ile doksanlı yılların sonu arasında, Almanya’da geçiyor. Japon olan Kenzo Tenma, çok başarılı bir beyin cerrahıdır ve çalıştığı hastanede çok meşhurdur. Başhekimin kızı Eva Heineman ile nişanlı olan Dr. Tenma, fark etmese de başhekimin kuklası gibidir. Onun yerine tezler yazmakta ve her yaptığı başarılı ameliyatın meyvesini başhekim yemektedir. Günün birinde hastanede Türk bir kadın Dr. Tenma’ya feryat eder. Dediğine göre kocası daha önce hastaneye gelmiştir ama Tenma, başhekimden aldığı talimatlar üzerine ünlü bir tenorun ameliyatına girmiş, Türk hastanın kocası bekletilmiş ve sonunda hayatını kaybetmiştir. Nasıl böyle bir şeyin olduğunu, her hayatın eşit olduğunu düşünen Tenma’nın tüm hayatı ikiz kardeşlerin acil olarak hastanesine getirilmesi ile değişir. On yaşını geçmeyen ikizlerden kız olan büyük şoktadır ve erkek olanın ise başında bir mermi vardır. Tenma oğlanı tam ameliyata hazırlarken hastaneye belediye başkanı gelir ve başhekim Tenma’dan onun ameliyatına girmesini ister. Tenma ise bu ameliyatı hemen yapmazsa çocuğun öleceğini söyler ve belediye başkanının yerine ikizin ameliyatına girer. Nitekim çocuk kurtulur ama belediye başkanı hayatını kaybeder. Başhekim bu olay üzerine hastanenin ününün zedeleneceğinden çok sinirlenir ve Dr. Tenma’nın kariyerinin asla ilerleyemeyeceğini söyler. Ayrıca kızı Eva’da artık gölgede kalan bir doktor olduğu için onu terk eder.
Günler sonra ise esrarengiz bir olay olur. Başhekim ve iki doktorun erkek ikizin odasından alarak yediği şekerler sonucu zehirlenerek hayatını kaybeder. Akabinde de ikizler hastaneden kaybolur. İlk başta başhekim ve iki doktorun ölümünden en büyük faydayı Tenma sağlar diye ondan şüphelenilir ama Tenma kolaylıkla aklanır ve yeni başhekim tarafından da Baş beyin cerrahı doktoru pozisyonuna getirilir. İkizler kaybolmuş, başhekim ölmüş ve Tenma istemediği bir şekilde olsa da eski hayatına, hatta daha iyisine kavuşmuştur.
Aradan on sene geçtikten sonra ise ikizler yeniden ortaya çıkar. Yaşanan bir dizi olaylardan sonra Tenma kurtardığı çocuğun adının Johan olduğunu ve bir canavar olduğunu fark eder. Çünkü Johan çok zekidir ve ikinci Hitler olarak da anılmaktadır. Ayrıca Johan’ı tanıyan başta onu evlat edinen üvey aileler teker teker ölmektedir. Tenma’da bu canavarı hayata döndürdüğü için kendisini sorumlu hisseder ve onu durdurmak için peşine düşer. Bu arada Johan’da iki kardeşi, şuan ki adı ile Nina Fortner’in peşindedir. Tenma Nina’ya Johan’dan önce ulaşır fakat Johan’ın yaptırdığı bir cinayetin zanlısı duruma düşer. Dr. Tenma ise artık kaçaktır ve bu canavarı durdurmak için elinden geleni yapmaya ant içer.
Monster’un konusu gerilim romanlarına yakışır cinsten bir hayli ilginç ve ayrıntılı. Ayrıca Johan gibi bir karakteri hiçbir animede bulamazsanız desem yeridir. Johan öyle zekidir ki, birini öldüreceği zaman genellikle bu işi başka kişilere, beyinlerini yıkayarak yaptırır. Bu kişi ister polis olsun, ister seri katil hiç fark etmez. Johan hepsinin beynine girebilmektedir. Johan’ın amacı ise çok uçuktur. Dediğine göre dünyada son kalan insan olmayı görmek istemektedir. Karakterler bakımından da Monster’de irili ufaklı, her biri konuya farklı bir yerinden bağlanan birçok karakter vardır. Bunların önemlileri başta Tenma, Johan, Nina, Dieter, Dr. Reichweine, Mr. Schubert, Mr. Grimmer, Eva, Klaus Poppe, Başmüfettiş Lunge, Roberto gibi daha onlarca karakter vardır. Çizimler olarak da Monster adındaki anime çok iyi. Müzikleri de görsel kalitesi kadar iyi, özellikle kapanış parçaları bir hayli değişik. Sonuç olarak Monster adlı anime oldukça detaylı, atmosferi dört dörtlük ve yaşamdan kesitler sunan uzun soluklu ve izlenmesi gereken bir anime. Herkese şiddetle tavsiye ederim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)