29 Aralık 2011 Perşembe

Fractale

Yönetmen: Yukata Yamamoto
Stüdyo: A-1 Pictures
Tür: Macera, Bilimkurgu
Yapım Yılı: 2011
Bölüm Sayısı: 11
Anime Puanı: 10/10



Fractale’de hikaye uzak gelecekte, yer olarak da İrlanda’da geçiyor. Dünya artık “Fractale” adı verilen bir düzenin kontrolündedir. Fractale insanları hastalıklardan korumakta ve gündelik işlerden uzak tutmaktadır. Yeryüzünde cennet diye de tanımlayabileceğimiz bu düzende insanlar sadece düzenli olarak Fractale sistemine verilerini yollayarak yaşayacak kadar donay yani pul (sanal para) kazanabilmektedir. Fractale sistemine bağlı her bireyin vücudunda bir terminal vardır ve 3D internet olarak da tanımlayabileceğimiz bu terminal ile birçok veriye ulaşabilir, suretlerini Fractale sistemi olan her yere yollayabilirler. Suretler ise kişinin veriden oluşmuş halidir (avatar gibi) ve bu suretler birkaç istisna hariç robotumsu holografilerdir. Ayrıca veri yığını olduklarından istedikleri gibi ağda gezinebilmektedir. Kısacası Fractale sistemi altında yaşayan insanlar çok rahattır ve evden bile çıkmayarak, suretlerini yollayarak sosyalleşmektedirler.

Galway şehrinde (Galway, İrlanda’da bulunan gerçek bir şehirdir ve animedeki şehir ile büyük benzerlik göstermektedir) yaşayan Clain de ilk paragrafta bahsettiğim Fractale sistemine bağlı 15’li yaşlarında genç bir çocuktur. Hiçbir amacı olmayan ve her gün öylesine takılan Clain yalnız yaşamaktadır ve başka şehirlerde yaşayan ailesi arada suretlerini yollayarak Clain’i yoklamaktadır. Yine sıradan bir günde Clain birilerinden kaçmakta olan Phryne ile karşılaşır. Phryne’nin düştüğünü gören Clain ona yardım eder ve evine alır fakat gecesinde Phryne ortadan kaybolur. Gitmeden öncede Clain’e bir kolye bırakır. Clain merakından kolyeyi kurcalar ve aktif hale getirerek içinden Nessa adında bir suretin çıkmasını sağlamış olur. 10 yaşındaki bir insanın görünümüne ve neşesine sahip, enerjik bir suret olan Nesse ve Clain, Phryne’yi arayan Lost Millenium (Kayıp Milenyum) ile karşılaşır ve kendisini hiç tahmin bile edemeyeceği bir maceranın içinde bulur. Ayrıca Fractale sisteminin ardındaki sırlar da Clain’i beklemektedir.

Konu bakımından Fractale bir yandan sade, bir yandan da karışık bir konuya sahip. Sade bir konuya sahip çünkü her ne kadar yazdıklarımdan karışık gibi gözükse de Fractale sistemi aslında oldukça basit ve fazla detaya inilmemiş. Diğer yandan ise Fractale sisteminin insanlar üzerindeki etkisi oldukça derin bir konu. Bir yandan hiçbir şey yapmadan Fractale’e bağımlı olarak yaşamak ve tüm her şeyini suretler aracılığıyla mı yapmak, yoksa bir yere bağımlı olmadan, özgür bir insan olarak ve diğer insanlarla beraber yaşamak mı diye tartışmaya açık bir konusu var. Fractale ile çok rahat olabilirsiniz ama bir yerde bir Fractale terminali çöktü mü sistem çalışmadığından insanlar emziği elinden alınmış bebekler gibi davranıyor. Diğer yandan sürekli çalışmak zorundasınız ve dünyanın ayağınıza gelmesi gibi Fractale nimetlerinden yararlanamıyorsunuz. Bunun yerine suretlerle değil, gerçek insanlarla muhatap oluyor, dostluklar kuruyorsunuz.

Fractale’in atmosferi kısa olan 11 bölüm boyunca sağlam bir çizgide ilerliyor ve izlerken hiç sıkılmıyorsunuz. Anime gerektiği zaman komedi, gerektiği zaman dram ve gerektiği zaman aksiyon dolu sahneleri ile hiç sıkmıyor. Dediğim gibi 11 bölüm olduğundan konu hızlı ilerliyor ve bu yüzden atmosfer hiç düşmüyor. Anime yaklaşık bin küsur yıl gelecekte geçmesine karşın sizleri götürdüğü dünya her tarafta yüksek binalar, ileri teknoloji değil, alabildiğince yeşillikler ve eşsiz manzaralar. Elbette anime esnasında ful teknoloji şehirlerde çıkıyor ama seride daha çok Last Exile’daki gibi bir hava hakim. Bu durum benim çok hoşuma gitti çünkü ileri teknoloji deyince genelde akla kalabalık ve kirli şehirler geliyor ama Fractale bu tabunun dışına çıkmış ve ortaya eşsiz olduğu kadar ilginç bir dünya çıkmış.

Animenin çizimleri harikulade. Ghibli yapımları kadar olmasa da ona yakın manzara ve arka plan çizimleri mevcut. Yumuşak ve canlı renkler alabildiğince uzanıyor. Karakterlerin çizimlerinin de onlardan aşağıya kalır yanı yok. Karakterler bakımından tek ilgimi çeken Clain’un şortunun altına giydiği uzun çorapları:) Fractale’nin açılışı ve kapanışı da gayet kaliteli. Renk cümbüşü şeklinde ilginç bir openinge sahip “Harunezumi” adlı parça gerçekten çok güzel bir parça. Kapanış olan “Down By The Salley Garden” da İrlandavari havasıyla çok iyi bir parça. Ayrıca anime esnasında sıkça geçen “Hiru no Hoshi” adlı parçayı da es geçmemek lazım. Seslendirmede ise Kana Hanazawa yine döktürmüş. Deadman Wonderland’ın Shiro’su, Steins;Gate’in Mayuri'si Fractale’nin Nessa’sı olarak her zamanki gibi çok iyi iş çıkarmış.

Açıkçası Fractale’ye tam puan verdiğim için ben bile çok şaşırdım çünkü karşıma bu kadar iyi bir animenin (daha doğrusu benim karşıma diyelim çünkü nette genel olarak 7 ile 8 arası puanlara sahip) çıkacağını hiç tahmin etmemiştim. Diğer yabancı sayfalarındaki puan ortalamalarına bakınca ben mi fazla verdim diye çok düşündüm ama yok arkadaş, animenin bir eksisini bulamadım. Konu güzel, hikayenin akışı güzel, senaryo güzel, çizimler güzel, kısa olmasına karşın tadında bitiyor; e daha ne olsun:) Ben Fractale’yi herkese severek tavsiye ederim. Kısa ve kaliteli bir anime arıyorsanız Fractale’ye muhakkak bir göz atın.

26 Aralık 2011 Pazartesi

RahXephon

Yönetmen: Yutaka Izubuchi
Stüdyo: Bones
Tür: Dram, Mecha
Yapım Yılı: 2002
Bölüm Sayısı: 26
Anime Puanı: 10/5



2012 yılında Tokyo, Mulians (kısaca Mu) adı verilen istilacılar tarafından ele geçirilmiştir. İstilacılara karşı nükleer silahlar kullanılmış fakat pek bir işe yaramamıştır. Bunun sonucunda Mu’lar Tokyo’yu dev bir çember içine alarak dış dünyadan soyutlamıştır. Çember dışarıdan Jüpiter’e benzediği için Tokyo’nun adı Tokyo Jüpiter olmuştur. Tokyo’da yaşam Mu’ların kontrolünde devam etmektedir ve burada zaman normal zamandan daha yavaş ilerlemektedir.

Ayato Kamina, Tokyo Jüpiter’de yaşayan 17 yaşında bir gençtir. Kendisi tüm yaşıtları gibi dünyanın geri kalanının yok olduğunu ve dünya nüfusunun sadece yirmi üç milyon olduğunu sanmaktadır. Günün birinde metrodayken ansızın bir hava saldırısı meydana gelir ve Ayato garip makinelerin gökyüzünde uçaklara karşı savaştığını görür. Nitekim Tokyo hükümetinin dev makineleri galip gelir. Öte yandan Haruka adında bir kadın Ayato’yu takip etmektedir. Karşılaştıklarında “gerçekleri öğrenmek istiyorsan benimle gelmelisin” der ve Ayato ilk olarak kabul etmese de sonrasında Haruka’ya dahil olur. Fakat bundan önce Ayato’nun karşılaşması gereken başka bir şey vardır: RahXephon.

RahXephon’nun konusu aslında bir hayli ilginç ve çok şey vaat ediyor ama açıkçası senaryonun işlenişi beni animeden soğuttu. Tokyo’nun Mu’lular tarafından ele geçirilmesi falan güzel de bu Mu’lar nereden geldi, uzaylı mı, makine mi, o dollem adı verilen devler neyin nesi vs. ben anlayamadım. Ayrıca Tokyo Jüpiter yakınlarındaki adaya yerleştirilmiş olan Terra adından örgüt Mu’larla savaşacaksa zaten yanmışız:) Demek istediğim karakter bakımından seri doyurucu değil. Karakter sayısı çok ama bir şekilde hepsi boş. Bölümler de ağır ilerliyor. Bir savaşıyorlar, bir denize giriyorlar. Son olarak, RahXephon hariç diğer tüm dollemlerin çizimleri gerçekten rahatsız edici. Dev ucube robotumsu varlıklara Angelina Jolie dudakları çizip salmışlar meydana. Aslında animeyi fazla eleştirmek istemiyorum çünkü konusu gerçekten çok şeyler vaat ediyor ama ben ısınamadım, sevemedim. Anime öyle bir çizgide ilerliyor ki ya çok seversiniz ya da sevmezsiniz. Bunun ortası yok.

RahXephon’un çizimleri eski olmasına rağmen kaliteli. Karakterler klasik anime karakterleri. Tek ilgincime giden yeri Haruka’nın sivilken giydiği bir kıyafeti. 80’li yıllardan kalma uzun etek ve beyaz katlamalı çorap giyen bir anime karakterini herhalde bir daha görmem:) Müzikleri ise orta şekerli. Açılış ve kapanış parçaları idare eder ama bölümler esnasında çalan parçalar daha iyi olabilirmiş.

Mecha türüyle benim aram zaten limoni ve izlediklerim de zaten bir elin parmağını geçmez. Mecha içeriği ile zaten temkinli yaklaştığım RahXephon’u konusu da sarmayınca (daha doğrusu işlenişi) 12. bölümünde bırakma kararı aldım. Animeye ortalamanın biraz altında bir not vermeme rağmen izlemeyin demem ama izlemek için de mutlaka türüne aşina olmanız lazım. Yoksa benim gibi bakar, bakar, kastırır ve bırakırsınız.

21 Aralık 2011 Çarşamba

First Squad: The Moment of Truth

Yönetmen: Yoshiharu Ashino
Stüdyo: Studio 4C
Tür: Aksiyon, Fantastik, Askeri
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/5.5



Rusya’da Kommersant Gazetesi tarafından ödül alan First Squad, 2. Dünya Savaşı’nı farklı bir bakış açısından ele almaktadır. Bir grup Sovyet genç bir araya getirilip Alman ordusuna karşı savaşmak için First Squad (1. Tabur) oluşturulmuştur. Fakat ani bir saldırı sonucu Nadya hariç diğer tüm üyeler ölmüştür ve Nadya da hafızasını kaybetmiştir. Diğer taraftan da SS’e (Alman Schtuzstaffel) bağlı Ahnenerbe adlı kült topluluk, 12. yüzyılda binlerce insanı katletmiş olan Baron von Wolff ve hayalet ordusunu çağırarak Rusların üstüne salmayı amaçlamaktadır. Rus General Below da kaybolan Nadya’yı bularak yeni geliştirdikleri bir makine ile ölen First Squad üyelerini “diğer taraftan” geri getirerek Baron’un gelişini önlemek istemektedir.

First Squad: The Moment of Truth ilk bakışta hikaye bakımından iyi bir potansiyele sahip ama kanaatimce iyi işlenememiş. Ölmüş savaşçıların gittiği “diğer taraf” kavramını ben çok saçma buldum. Nadya Bioshock’taki Big Daddy’lere benzeyen bir makineye giderek sözde üstün yetenekli diğer üyeleri bu tarafa getirmeye uğraşıyor. Nadya’nın geleceği ön görebilme gibi bir yeteneği var ama diğer elemanların iyi silah kullanmak dışında kabiliyetleri nedir, kimse bilmiyor. Zaten bir saat olan filmde olaylar hızlıca gelişmekte ve bittiğinde de “bu neydi ya” diyemeden edemiyorsunuz :) Büyük ihtimalle de First Squad’ın devam filmleri gelecektir çünkü hem süre bakımından kısa sürüyor hem de sonu pek tatmin edici değil.

Animenin çizimleri genel olarak iyi ve kan efektleri kullanılmaktan hiç kaçınılmamış. Flashbackler esnasında eski bir sinema filmiymiş gibi kullanılan çizimler de gayet hoş olmuş. Tek beğenmediğim yanı ise Nadya’nın bazı çizimleri. Ağzı açık dururken Nadya gerçekten çok salak ve komik görünüyor. Müzikleri ise vasatın altında seyrediyor. Pek güzel oldukları söylenemez. Seslendirmeler ise animenin en ilginç yanı çünkü Rusçalar. Animenin Japonca seslendirmesi yok ve ne yalan söyleyeyim, Rusça bana çok tuhaf geldi. Ben Japonca seslendirme tercih ederdim.

Kısacası First Squad: The Moment of Truth vasat bir anime ve hikaye bakımından doyurucu değil. Rusya soğuğunda gecelikle dolanan Nadya’yı izlemektense başka anime filmleri izlemenizi tavsiye ederim.

17 Aralık 2011 Cumartesi

The Melancholy of Haruhi Suzumiya

Yönetmen: Tatsuya Ishihara
Stüdyo: Kyoto Animation
Tür: Komedi, Macera, Bilimkurgu
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: 28
Anime Puanı: 10/9



2009 yılında çıkan ve 28 bölümden oluşan The Melancholy of Haruhi Suzumiya, 2006 yılında çıkan 14 bölümlük seriyi de kapsamaktadır ve yeni bölümler içermektedir.

Kyon sıradan bir öğrencidir ve liseye yeni başlamıştır. Okulun ilk gününde herkes kendisini sınıfa tanıtmaktadır. Nitekim sıra Haruhi Suzumiya’ya geldiğinde kendisini şöyle tanıtır: “Normal insanlar beni ilgilendirmiyor. Aranızda uzaylılar, zaman gezginleri veya esperler (medyum benzeri) varsa gelsin beni bulsun” der. Doğal olarak arkasında oturan kızın böyle saçmalaması Kyon’a garip gelir ama Haruhi oldukça ciddidir. Sonuçta önlü arkalı oturmalarından dolayı Kyon ve Haruhi az da olsa muhabbeti ilerletirler ve Kyon istemeden de olsa Haruhi’ye kendi okul kulübünü kurma fikrini verir. Haruhi ilginç ismiyle SOS Takımı’nı kurar ve Kyon’u da zoraki üyesi yapar. Kulübün faal olması için üç üyeye daha ihtiyacı vardır ve çok geçmenden onlar da bulunur. Bunlardan bir tanesi SOS Takımı için kullandıkları Edebiyat kulübünün eski odasında takılan Edebiyat kulübü üyesi Yuki, üst sınıfta okuyan Asahina ve okula sonradan transfer olan Koizumi’dir. Buraya kadar her şey normaldir fakat Kyon, Haruhi ile takılmaya başladıkça hayatının giderek tuhaflaştığının farkına varır. Bunun en önemli kanıtı da Yuki’nin gerçekten bir uzaylı olması, Asahina’nın gelecekten gelmesi ve Koizumi’nin bir esper olmasıdır. Üstelik etrafında böyle garipliklerin olmasını çok istemesine karşın Haruhi’nin bunlardan haberi yoktur. Koizumi’nin yaptığı açıklamaya göre Haruhi’nin tanrıvari güçleri vardır ve farkına varmasa bile dünyayı dilediği şekle sokabilme gücüne sahiptir. Haruhi, bir uzaylı, zaman gezgini ve esper dilemiştir ve bunun sonucunda onlar buradadır. Doğal olarak kafası karışan Kyon, Haruhi’ye artık daha çok dikkat etmeye başlar ve SOS Takımı olarak birbirinden ilginç maceralar yaşamaya başlarlar.

Anime ilk bakışta komedi – okul türünde bir anime olarak görünse de aslında içeriği hiç de öyle normal değil. Çünkü bahsettiğim gibi animede bir uzaylı, zaman gezgini ve esper bulunmaktadır ve Kyon hiç istemese de kendisini Haruhi’nin farkına varmadan yarattığı kapalı mekânlarda veya durum gereği geçmişte bulabiliyor. Yani olaya pek fazla olmasa da bilimkurgu öğeleri karışabiliyor. Animenin en büyük dayanağı ise komedi unsurları. Komedi derken de laubali hareketler, şaklabanlıklar değil, konuşmaları kastediyorum. Anime esnasında müthiş diyaloglar söz konusu ve özellikle Kyon’nun içinden Haruhi’nin söylediklerine yaptığı yorumlara şahsen ben çok güldüm. Anime tam tadında ilerliyor ve bölümleri izlerken hiç sıkılmıyorsunuz. Kyon’nun başına gelenler ve Haruhi’nin arkasından dünyayı toparlamaya çalışmasını izlemek gerçekten çok zevkli.

The Melancholy of Haruhi Suzumiya’nın bana göre iki kusuru bulunmakta. Bunlardan bir tanesi animenin son bölümü. Diğer hareketli bölümlere göre oldukça durağan bir bölüm ve sadece bu bölümde ben az da olsa sıkıldım. Diğer kusuru, daha doğrusu benim beğenmediğim yanı 12. ve 19. bölümler ve arasını oluşturan “Endless Eight” yani Sonsuz Sekiz adlı sekiz bölüm. Kısaca özetlemem gerekirse; bu bölümlerde SOS Takımı ekibi 17 Ağustos ve 31 Ağustos tarihleri arasında sınırsız bir döngü yaşamaktadırlar. Yani 31 Ağustos’tan sonra tekrar 17 Ağustos’a dönmektedirler ve bunu yaparken de hafızalarını kaybederler. Kısacası sekiz bölüm boyunca karakterlerin elbiseleri değişiyor, birkaç cümleyi farklı söylüyorlar ve bölümler ilerledikçe sanki bunları daha önce yaşadık duygusu bariz artmaya başlıyor. İlginç bir senaryo olmuş ama fazla uzatılmış. Bu senaryo için en fazla dört, bilemedin beş bölüm çok daha yerinde ve yeterli olurdu. Hatta bu durumdan dolayı benim gibi bu animeyi 28 bölüm değil de 25 gibi kabul edebilirsiniz çünkü artık sonlara doğru bölümleri hızlı geçmeye başlamıştım.

Animenin çizimleri çok başarılı. Rengarenk ve cıvıl cıvıllar. Ortamda tam bir anime havası mevcut. Büyük gözler, rengarenk saçlar, canlı renkler ve müthiş konuşmalar bir araya gelince zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz. Açılış ve kapanış parçaları orta şekerli. Normal komedi animeleri açılışları gibi hareketliler ve sadece bir kere izledikten sonra bir daha izleme gereği duymadım. Seslendirmeler ise çok başarılı. Özellikle Asahina’nın hal ve tavırları ile sesinin uyumu şahane.

Sonuç olarak The Melancholy of Haruhi Suzumiya çok başarılı bir komedi animesi ve sulu şakalardan ziyade konuşmaların ön planda olduğu, tuhaf içerikli ama en önemlisi eğlenceli bir anime arayan herkese Haruhi Suzumiya’yı önerebilirim.

Ayrıca serinin devamı sayılabilecek tam iki saat kırk üç dakikalık Haruhi Suzumiya’nın Kayboluşu adında bir de filmi bulunmaktadır.

9 Aralık 2011 Cuma

Tekken: Blood Vengeance

Yönetmen: Youchi Mori
Stüdyo: Digital Frontier
Tür: Aksiyon, Dövüş
Yapım Yılı: 2011
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/6



Tam olarak bir “anime” olmasından ziyade 3D – Animated bir film olan Tekken: Blood Vengeance’yi Japonya yapımı olmasından dolayı ve animenin bir nevi kardeşi sayılacağından dolayı küçük bir inceleme yazmayı uygun gördüm.

Filmin konusu Tekken 5 ile Tekken 6 arasında yaşanan olayları ele alıyor. Jin Kazama artık Mishima Zaibatsu’nun başındadır ve ezeli rakibi G-Corp’un başında ise Kazuya Mishima vardır. İkisinin de ortak hedefi Shin Kamiya adındaki bir öğrencidir. Jin için çalışan Nina Williams, Shin Kamiya hakkında casusluk yapsın diye Alisa Bosconovitch adında bir android yollarken, Kazuya da Anna Williams aracılığı ile Çinli Ling Xiaoyu yollar.

Bir dövüş oyunundan konu olarak en iyisi düşünülmüş diyebilirim ama işlenişi için aynı şeyi düşünemeyeceğim. Öncelikle filmin hedef kitlesi yetişkinler değil de 13 – 17 yaş arası olduğundan başrollerinde de Xiaoyu adındaki genç kızımız ve duygu dolu robot arkadaşı Alisa var. Ve sanki animelerde yeterince karşımıza çıkmıyor gibi olaylar liselerde, okul festivallerinde falan geçiyor. Filmin yüzde yetmişini Xiaoyu ve Alisa arasındaki “sevgi” dolu arkadaşlığı oluştururken yüzde beşini Nina – Anna dövüşü, yüzde onunu Xiaoyu – Alisa dövüşü ve on beşini de filmin en iyi yanı olan Jin – Kazuya – Heihachi dövüşü oluşturuyor. Burada anlatmak istediğim, film hızlı ilerliyor ama fazla dövüş sahnesi de beklemeyin. Onun yerine havada uçan bir robot, genç kız ve panda (ki panda olayı fazla cıvıtılmış) görmeyi alışın. Ayrıca Marshall Law, Bryan Fury, Paul, King, Eddy, Hwoarang, King gibi karakterler filmde yer almamakta. Kısacası benim derdim, böyle güçlü karakterler dururken gözümüze liseli bir kızın, sinir robot arkadaşının ve dev bir pandanın sokulmasını ben hazmedemedim:) Bir de uçuk şeyler çok fazla. Sözde casusluk için gönderilen Xiaoyu kocaman bir panda ile geziyor ve kimse bunu dert etmiyor. Alisa ise herhalde birazdan kulüpte sahneye çıkacak ki o kılıkta geziniyor ve kimse kafasını bile çevirip bakmıyor. Tamam, bunlar oyunda da böyle giyiniyorlar ama bir filmde insanlar normal elbiselerle gezerken bunların kostüm partisinden çıkmış gibi dolanması açıkçası tuhafa kaçıyor.

Filmin 3D animasyonu ise oldukça göz kamaştırıcı. Karakterler ve özellikle arka plan gerçeğine çok benziyor. Animasyonları yapan arkadaşlar da böyle düşünüyor olacak ki Xiaoyu’nun butlarını gururla gözümüze sokmaktan çekinmemişler. Filmin en iyi yanı olan dövüş sahneleri de çok başarılı. Elbette biraz abartı dövüşüyorlar ama hareketler estetik açıdan göze çok hoş geliyor. Müzikleri ise bende biraz baş ağrısı yaptı:) Biraz kuru gürültü gibiydiler. Seslendirmeleri de çizimleri kadar başarılı.

Özetle Tekken: Blood Vengeance’de ben aradığımı pek bulamadım. Ben daha dövüşü bol, daha yetişkinlere hitap eden bir şey bekliyordum ama yinede Tekken için başta animasyonları ile yapılan en iyi film diyebilirim. Koyu bir Tekken hayranı iseniz izleyin ama alakanız yoksa boş verin.

5 Aralık 2011 Pazartesi

House of Five Leaves

Yönetmen: Tomomi Mochizuki
Stüdyo: Manglobe
Tür: Dram, Tarihi
Yapım Yılı: 2010
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/8.5



Genç bir ronin (ustası veya efendisi olmayan samuray) olan Akitsu Masanosuke yetenekli bir samuraydır fakat utangaç ve bir nevi pısırık kişiliği sürekli bu yeteneğinin önüne geçmektedir. Masanosuke yeteneklerini halk önünde sergileyememekte ve girdiği her korumalık işinden kişiliği yüzünden kısa süre sonra işten çıkarılmaktadır. Günün birinde karşısına Yaichi adında birisi çıkar ve ona koruması olmasını teklif eder. Masanosuke işi kabul eder ve Yaichi’nin koruması olur. Çok geçmeden de Yaichi’nin “Beş Yaprak” adındaki çetenin lideri olduğunu ve bu çetenin varlıklı insanların veya tüccarların mirasçılarını kaçırarak fidye istediğini öğrenir. Masanosuke istemeden de olsa kendisini Beş Yaprak çetesinin içinde bulur ve bu çetenin çete olmaktan daha fazlası olduğuna kanaat getirerek bir süre Yaichi ve diğerleri ile takılmaya karar verir.

House of Five Leaves’in Edo periyodunda geçmesini ve içerisinde samurayların oluşundan aldanarak animenin aksiyon ağırlıklı bir anime olduğuna sakın aldanmayın. Anime tamamen Beş Yaprak üyelerine ve birbirleri ile yaşadıkları ilişkileri konu alıyor. Öyle ki anime her bölüm bizlere farklı flashback’ler sunarak karakterlerin birbirleri ile nasıl tanıştıklarını, geçmişlerini güncel konu ile harmanlayarak çok güzel bir şekilde sunuyor. Ara ara konuşmalar biraz fazla ağırlaşsa da genelde atmosfer iyi ve hikayenin gidişatı akıcı. Bana göre biraz da olaya kılıç dövüşü katılsaymış daha da başarılı olabilirmiş. Çünkü Masanosuke’nin kılıçla olan hünerlerini sadece ilk bölüm görüyoruz ve bir – iki güzel dövüş daha olsaymış iyi olurmuş kanaatindeyim. Dediğim gibi animenin bel kemiği Beş Yaprak çetesi. Çete üyelerini biraz daha yakından tanıtacak olursam;

Masanosuke: İlk paragrafımda da bahsettiğim gibi Masanosuke, House of Five Leaves’in kahramanı ve kişiliği ile ciddi sorunlar yaşıyor. Bu sorununu aşmak için memleketinden Edo’ya gelmiştir ve Beş Yaprak çetesi ile tanışmıştır.

Yaichi: Animenin ikinci başkahramanı olan karizmatik Yaichi, Beş Yaprak çetesinin lideridir. Yaichi’nin geçmişi sırlarla doludur ve geçmişinden bahsetmeyi de pek sevmez. Masanosuke’yi de ilginç birisi olduğundan çeteyi dahil etmek istemektedir.

Umezou: Kısaca Ume, bir han sahibidir ve hanı kızı Okinu ile işletmektedir. Beş Yaprak’ın toplanma yeri bu handır.

Matsukichi: Eskiden bir hırsız olan ve bir ninjanın yeteneklerine sahip olan Matsu çetenin gözlem ve casusluk işlerini yürütmektedir.

Otake: Beş Yaprak çetesinin bayan karakteri olan Otake eski bir geishadır ve Yaichi ile eskiye dayanan bir geçmişi vardır.

Animenin en ilginç yanı ise çizimleri. Hatta alttaki resme veya kapağa baktığınızda bu ne bile diyebilirsiniz:) Karakter çizimleri, özellikle gözbebeği olmayan gözlere diğer animelerde pek rastlayamazsınız. İlk başta doğal olarak biraz yadırgıyorsunuz ama izledikçe de alışıyorsunuz. Karakterler gerçeğe oldukça yakın duruyorlar. Abartılı saçları, kocaman gözleri vb. şeyleri yok. Sadece Yaichi’nin saçları nedense gümüş renginde. Asıl güzellik ise arka plan çizimlerinde. Gerçekten çok başarılılar ve her bir karesi kalemle, bilgisayar değmemiş gibi duruyor. Nasıl desem, Studio Ghibli animelerindeki canlılığı alın ve fantastik öğeler yerine gerçek öğeler ile birleştirin. O derece güzeller. Bir diğer güzel yanı da müzikleri. Başta açılış parası (Sign of Love) olmak üzere animede çalan her müzik kaliteli ve çok güzel.

Uzun lafın kısası; House of Five Leaves gerek içeriği gerek çizimleri ile oldukça sıra dışı bir anime ve herkese de hitap etmeyebilir. Benim beklentilerimin üstünde çıktı ve odak noktası insan ilişkileri olan, tarihi devirden hoşlanan herkese önerebilirim.