25 Aralık 2010 Cumartesi

Ghost Hound

Yönetmen: Ryutaro Nakamura
Stüdyo: Production I.G.
Tür: Fantastik, Korku
Yapım Yılı: 2007
Bölüm Sayısı: 22
Anime Puanı: 10/8.5



Ghost Hound, Suiten adındaki küçük bir dağ kasabasında yaşayan üç lise öğrencisinin etrafında gelişen doğaüstü olayları konu alıyor. Taro Komori, Makoto Oogami ve Masayuki Nakajima’nın aslında pek ortak noktaları yoktur. Fakat üçü de geçmişlerinde dramatik bir olay yaşamıştır ve bu olaylar zinciri onları bir araya getirmiştir. Taro ve ablası 11 sene önce kaçırılmış, Makoto’nun babası intihar etmiş ve geldiği Tokyo’daki okulunda bir öğrenci Masayuki yüzünden okulun çatısından atlamıştır. Günün birinde üç arkadaş, Taro’nun kaçırıldığı ve artık bir harabe olan hastaneye giderler. Yaşanan bir takım olaylar sonucu üç arkadaş görülmemiş dünyayı (unseen world) ve oradaki ruhları keşfeder. Çok geçmeden üç arkadaş rüyalarında beden dışı seyahat edebilmeye başlarlar. Yani ruhları bedenlerini terk ederek Suiten kasabasında dolaşmaya başlarlar. Üç arkadaşın amacı ortaktır, görülmemiş dünya sayesinde geçmişlerini araştırmak fakat aynı anda Suiten kasabasında ruhlar huzursuzlaşmaya ve normal hayata da sıçramaya başlarlar.

Ghost Hound’un birçok animeye nazaran görülmemiş ve çok ilginç bir konusu var. Atmosfer bakımından seri inanılmaz derecede gizem uyandıran bir şekilde başlıyor ve kendinizi izlemekten alıkoyamıyorsunuz. Fakat bölümlerin ortalarına gelince atmosfer bir hayli yavaşlıyor ve tıbbi terimler daha ön plana çıkıyor. Bu arada, Ghost Hound kesinlikle küçük yaşa hitap etmiyor çünkü dediğim gibi içerdiği psikolojik unsurlar ve tıbbi terimleri yetişkin bir insan bile bazen takip etmekte zorlanıyor. İpin ucunu bir yerde kaçırdınız mı, seri aniden sıkıcı bir hal alabiliyor ve daha birkaç bölüm önce sizi merak içinde bırakan animeden soğuyabiliyorsunuz. Sonlara doğru yaklaşıldığında ise atmosfer yine hızlanıyor ve anime tatmin edici bir son ile sona eriyor.

Görsel olarak Ghost Hound çok ilginç bir anime. Bazen capcanlı renkler oluyor karşımızda bazen de karakterler bembeyaz oluyor. Böyle bir tekniğe neden başvurulmuş bilmiyorum ama ben biraz yadırgadım. O beyazlıkların olmamasını tercih ederdim. Müzikleri ve özellikleri de efekt bakımından ise anime çok kaliteli. Aslında açılış ve kapanıp parçaları dışında animede müzik yok ama efektler çok iyi yapılmış ve bu efektler sayesinde belki de animedeki korku unsurunu yaşıyorsunuz. Örneğin birisi yürürken adımları ile eş zamanlı saat tıklaması duyuyorsunuz ve karakter ansızın bir kapıyı açtı mı, saat tıkırtısı sona eriyor. Bunun gibi ve daha değişik birçok ilginç ses Ghost Hound’da bulunuyor.

Özetle Ghost Hound oldukça sıra dışı bir anime ama her yaşa hitap etmeyen ağır bir anime. Eğer ruhlardan ve psikolojik unsurlardan hoşlanıyorsanız izlemenizi tavsiye edebilirim.



Not: Ghost Hound ile Ghost Hunt farklı iki animedir.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Grave of the Fireflies

Yönetmen: Isao Takahata
Stüdyo: Studio Ghibli
Tür: Dram
Yapım Yılı: 1988
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/9.5



Grave of the Fireflies veya orijinal adı ile Hotu no Haka, Shinchosa adlı yayın evi tarafından Studio Ghibli’ye yaptırılan ve savaşların sivil halk üzerindeki etkisini çarpıcı bir şekilde anlatan bir anime filmidir. Anime, 1945’li yıllarda savaş sırasında kız kardeşini yeterli besleyemediği için kaybeden Akiyuki Nosaka’nın otobiyografi şeklindeki romanından uyarlanmıştır. Nosaka, kardeşini kaybetmenin etkisi ve kendisini suçladığı için bu romanı yazmıştır.

Grave of the Fireflies ya da Türkçe olarak Ateşböceklerinin Mezarı diyebileceğimiz anime filmi 1945 yılında, yani ikinci dünya savaşı yıllarında geçiyor. Anime, tren istasyonunda açlıktan ve halsizlikten ölmek üzere olan genç bir çocuğun görüntüsü ile başlıyor ve ardından “flashback” diye tabir edilen geriye dönüş ile olayları başından izliyoruz. Genç Seita ve küçük kız kardeşi Setsuko, anneleri ile birlikte yaşamaktadır. Babaları donanma mensubu olduğu için savaştadır. Flashback’ten sonra anime Amerikan uçaklarının şehri bombalaması ile başlıyor. Bu hava saldırısı yüzünden iki kardeşin annesi hayatını kaybeder ve ikiliyi teyzeleri yanına alır. Fakat burada gördükleri muameleden pek hoşnut kalmazlar. Çünkü teyzeleri her geçen gün onlara daha az yemek vermekte ve ezmektedir. Derken bir gün Seita ve Setsuko evi terk ederler ve kendi başlarının çaresine bakmaya çalışırlar. Savaş zamanında, yiyecek kıtlığı yaşandı ve iki günde bir yaşanan hava saldırıları yüzünden iki kardeşi çok zor günler beklemektedir.

Atmosfer ve kurgu olarak Ateşböceklerinin Mezarı, gerçekçi bir kurguda ilerliyor. Yani animede doğaüstü olaylar, karizmatik karakterler gibi şeyler yok. Tamamen iki kardeşin birbirleri ile olan bağı ve yaşam mücadelesi üzerine kurulmuş. Savaşın zulmü, annelerini kaybetmelerinin acısı, babalarının bilinmeyen akıbeti ve özellikle küçük Setsuko’nun minik dünyasında olan biteni anlamaya çalışması çok güzel tasvir edilmiş. Özellikle sonlara doğru yaşanan duygu selinde gözünden yaş gelmeyecek insan çok azdır. Yani anlatmak istediğim, kurgu hem çok gerçekçi hem de hiç sıkmıyor. İki kardeşin zorlu hayatını dolu gözlerle izliyorsunuz.

Çizimleri bakımından Ateşböceklerinin Mezarı elbette eski. Fakat eski olmalarına rağmen şimdiki birçok seriden çok daha hoş ve samimi. Müzikleri, özellikle seslendirmeler çok başarılı. Hele küçük Setsuko’nun seslendirmesi inanılmaz derecede gerçekçi ve başarılı.

Sonuç olarak Ateşböceklerinin Mezarı çok iyi bir dram animesi ve savaş zamanında yaşananları insanların yüzüne çok iyi vuruyor. Zaten Amerikalı film eleştirmeni Roger Ebert animeyi en iyi savaş karşıtı filmlerden birisi olarak nitelendiriyor. Benim için tek kusuru sonunun belli olması yönünde. Fakat eğer dram seviyorsanız ve gerçek ilişkilerden hoşlanıyorsanız Grave of the Fireflies’ı mutlaka izlemenizi öneririm.

16 Aralık 2010 Perşembe

Canaan

Yönetmen: Masahiro Ando
Stüdyo: P.A. Works
Tür: Aksiyon
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: 13
Anime Puanı: 10/6



Canaan, 2008 yapımı “428: Fusa Sareta Shibuya de” adlı Wii oyununun iki yıl sonrasını konu alıyor. Ayrıca Canaan’nın Türkçe karşılığı Kenan ve anlamı da İsrail’e vaat edilmiş olan topraklardır.

Canaan bahsettiğim gibi Wii için çıkan (PS3 ve PSP’ye de sadece Japonca olarak uyarlandı) oyunun Shibuya’da geçen olayların iki sene sonrasında geçiyor. Maria Osawa ve Minoru Minorikawa adlı iki gazeteci Şanghay’da yapılacak olan anti-terör konferansı için Şanghay’a uçar. Maria ve Minoru iki sene önce Shibuya’da yaşanan olaylara bulaşmıştır ve Maria teröristler tarafından kaçırılarak UA virüsü enjekte edilmiştir. UA virüsü enjekte edilen insanlar 12 saat içinde hayatını kaybetmektedirler. Fakat Maria’nın bilim adamı babası ona anti-virüs enjekte ettiği için hayatta kalmayı başarmıştır. Şanghay’da ise festival zamanı olduğu için ikili festivale de katılır ve birbirlerinden ayrılırlar. Fakat burada da Maria bir dizi cinayete tanık olur ve tam sıra kendisine geldiğinde eski bir arkadaşı olan Canaan tarafından kurtarılır. Çok geçmeden Maria ve Minoru kendilerine bir başka büyük maceranın içerisinde bulurlar. UA virüsü yine karşılarına çıkar. Üstelik virüs gelişmiş ve çok daha tehlikeli bir hale gelmiştir. Ayrıca Snake adındaki terör örgütü UA virüsü ile ilgilenmektedir ve örgütün lideri Canaan’ın geçmişinden birisidir.

Canaan’ın konusu aslında pek fazla yenilik sunmuyor ve UA virüsü olayı Resident Evil’i anımsatmıyor değil. Canaan, paralı askerdir ve “synesthesia” adlı yeteneği ile inanılmaz dövüş tekniklerine sahiptir. Hatta rakipsiz sayılabilir. Bu da bana biraz abartılı geldi. Ayrıca animede kadın hegemonyası var. Minoru ve sonradan çıkan Santana dışında serideki karakterlerin neredeyse hepsi kadın. Yani anlayacağınız üzere kızların eline vermişler silahları salmışlar sahaya. Canaan süper güçleri olan genç bir kız, Maria iyilik meleğimiz, Yunyun adında sinir bozucu bir kızımız, hiç konuşmayan Hakko adında bir bayan ve son olarak Amerika’ya baş tutabilen, Snake örgütünün lideri, yirmili yaşlarda Alphard adında genç bir kızımız var. Anlatmak istediğim, karakterlerin hepsi bayan ve hepsi itici. Oysa birkaç has adam eklenseymiş (tabi 17-18’lik delikanlılardan bahsetmiyorum) veya şöyle Golgo 13’teki Duke Togo gibi karizmatik bir karakter seride olsa, anime emin olun birkaç level birden atlar.

Atmosfer bakımından Canaan güzel ve hızlı başlıyor ama birkaç bölüm sonra atmosfer acayip derecede sıkıcı bir hal alıyor. Animeyi soluksuz, heyecanla izleme gibi bir durum yok. Zaten Canaan ile uyuz Maria’nin “aşkı” olayı bitirmiş durumda. Kısa olan 13 bölümün sonu ise tatmin edici olmasa da havada da bitmiyor. Ortada uluslar arası bir terör söz konusu ama animede kızlarımızın birbirleri ile olan garip hesaplaşmaları daha bir ön planda.

Görsel olarak Canaan kaliteli bir anime. Çizimler güzel, kan kullanmaktan kaçınılmamış. Müzikleri de orta şeker. Şanghay sokakları güzel tasvir edilmiş ve arka plandaki Çince konuşmalar gibi ayrıntılar hoş olmuş.

Kısacası kısa bir anime olan Canaan’ı kızlar ve silahlardan hoşlanıyorsanız sevebilirsiniz. Fakat bana göre Canaan aslında potansiyeli olan ama iyi kullanılmayan bir anime. Belki de ilk önce oyununu oynamak gerekir ama benim tavsiyem, eğer silahlı ve aksiyon dolu bir anime arıyorsanız Canaan ikinci veya üçüncü tercihiniz olsun.

10 Aralık 2010 Cuma

Kiki’s Delivery Service

Yönetmen: Hayao Miyazaki
Stüdyo: Studio Ghibli
Tür: Fantastik
Yapım Yılı: 1989
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/9



Kiki’s Delivery Service, Türkçe adı ile Küçük Cadı Kiki (bazı yerlerde Kiki’nin Kurye Servisi diye de geçiyor) 1989 yapımı bir Studio Ghibli yapımı ve başında da Hayao Miyazaki bulunmakta. Küçük Cadı Kiki ayrıca ilk Ghibli – Disney ortaklığına imza atmış bir anime filmi olma özelliğini de taşıyor.

Kiki 13 yaşında bir cadıdır ve küçük bir köyde ailesi ile beraber yaşamaktadır. Geleneklere göre bir cadı 13 yaşına geldiğinde yaşadığı köyden ayrılıp, bir seneliğine kendi başına başka bir şehirde yaşamak zorundadır. Kiki de 13 yaşında olduğu için yaklaşan ilk dolunayda köyünden ayrılmaya karar verir. Siyah kedisi Jiji’yi de yanına alan Kiki, deniz kenarında bulunan Koriko adlı şehre yerleşmeye karar verir. 102 dakikalık anime filmi boyunca da Kiki’nin tamamen yabancı bu şehirde tek başına insanlarla kaynaşmasına, iş bulup çalışmasına ve en önemlisi hayata olan bakışına tanıklık ediyoruz.

Küçük Cadı Kiki’de Dün Gibi veya Yüreğin Sesi’nde olduğu gibi belirli bir olay üzerinde yoğunlaşmıyor. Daha ziyade bir kızın yaşamına ve dediğim gibi insanlarla olan ilişkilerine odaklanıyor. Bu durumda birçok anime yapımı izleyenlerin dikkatini canlı tutmak için zorlanabilir ama işin içinde Studio Ghibli ve Hayao Miyazaki’nin parmağı olunca durum tam tersi oluyor. Konunun akışı başlangıçtan sona kadar yüksek bir çizgide ilerliyor ve atmosfer hiç düşmüyor. Yani izlerken asla sıkılmıyorsunuz. Sonlara yaklaşırken biraz durgunluk yaşanıyor ama kısa süren bu durgunluk çok geçmeden kendini toparlıyor.

Görsel olarak Sihirli Cadı Kiki gerçekten şahane bir yapım. Hani oyunlarda benim için en harika görsellik macera oyunlarındaki 3D arka plansa, animelerde de Studio Ghibli yapımlarını tek geçerim. Bu kadar güzel betimlemeleri başka animelerde zor görürsünüz. Orijinal seslendirmeleri de bir hayli başarılı ve insana çok cana yakın geliyor.

Sonuç olarak Küçük Cadı Kiki benim için en iyi Studio Ghibli yapımlarından birisi ve keyifle izlenecek sevimli bir anime filmi arıyorsanız Kiki’yi mutlaka öneririm.

7 Aralık 2010 Salı

K-ON

Yönetmen: Naoko Yamada
Stüdyo: Kyoto Animation
Tür: Okul, Komedi, Müzik
Yapım Yılı: 2009 - 2010
Bölüm Sayısı: 13 + 26
Anime Puanı: 10/8.5



K-ON, anlam olarak “keiongaku” yani “light music” demek ve Türkçeye de pop müzik olarak çevirebiliriz. Hikâye, Sakura Lisesi’nin müzik kulübüne giden dört (daha sonra beş) öğrencinin eğlence dolu yaşamlarını konu alıyor. Seri liseye başlayan Ritsu ve Mio adlı iki arkadaşın müzik kulübüne katılması ile başlıyor. Fakat ortada bir sorun vardır. Kulübün kapanmaması için en az dört kişiye, yani iki elemana daha ihtiyacı vardır. Çok geçmeden kulübe Tsumugi adında bir kız daha katılır ve geriye tek bir kişilik açık kalır. Son olarak bu açığı da serinin başkarakteri olarak tanımlayabileceğimiz Yui kapatır. Böylece kulüp kapanmaz ve eğlence dolu bir macera başlamış olur. Bölümler ilerledikçe kulübe beşinci olarak Azusa diye bir kız daha katılır. Toplam 37 bölüm boyunca (ikinci sezonun son iki bölümü ova niteliğinde) beş arkadaşın liseye başlayıp mezun olana kadar yaptıklarına tanıklık ediyoruz.

K-ON her ne kadar müzik içerikli bir anime olsa da, Beck veya Nana gibi müzikli içli dışlı değil. Serinin okul – komedi yönü daha ağır ve müzik de eşantiyon tadında. Yani demek istediğim konu tamamen müzik üzerine değil. Daha çok beş arkadaşın müzik kulübü üyeleri olarak günlük yaşamlarına göz atıyoruz. Seri için %65 klasik okul – komedi, %35 müzik türünde diyebilirim. Anime de bahsettiğim üzere beş ana karakter var. Bunları kısaca tanıtacak olursam;

Yui Hirasawa: K-ON’un ana karakteri ve belki de görebileceğiniz en neşe dolu anime karakterlerinden biri. Müzik kulübüne son çare olarak katıldığı için tek bir nota dahi bilmemektedir ve “Gitah” adını verdiği gitarı ile her şeyi sıfırdan öğrenmektedir.

Ritsu Tanaka: Müzik kulübünün bateristi olan Ritsu, serinin en fırlama karakteridir. Milleti gaza getiren, dersleri pek sallamayan ve eğlence ile tembelliğe düşkündür.

Mio Akiyama: Kulübün bas gitaristçisi olan Mio inanılmaz derecede çekingen ve utangaçtır. Kulübe Ritsu’nun ısrarı üzerine katılmıştır ama asla pişman değildir. Serideki en aklı başında karakter diyebiliriz.

Tsumugi Kotobuki: Zengin bir aileden gelen Tsumugi, kulübün piyanistidir ve değişik bir karaktere sahiptir. Çay yapmayı seven, küçük şeylere dahi inanılmaz sevinen bir yapıya sahiptir.

Azusa Nakano: Azusa müzik kulübüne bir sene sonra katılır. Yani Yui ve arkadaşlarından bir yaş küçüktür. O da tıpkı Yui gibi gitar çalar ve ilk başlarda kulübü çok ciddiye alsa da zamanla o da arkadaşlarına ısınır ve samimi olurlar.

Görsellik olarak K-ON çok kaliteli bir anime. Özellikle karakter çizimleri ilginç ve başarılı. İlginç derken, Yui’deki yüz ifadesini ben başka bir karakterde daha görmedim. Bir anime karakteri ancak bu kadar sevimli olur herhalde. Serinin önemli bir unsuru olan müzikleri de ortalamanın bir hayli üstünde. Tarzı pek benim tarzım değil ama müzik kulübünün sergilediği parçalar oldukça eğlenceli ve başarılı. Hele parçaları seslendiren Yui olunca insan dinlemekten sıkılmıyor.

K-ON serisinin bence en büyük eksisi hiç erkek karakter barındırmamasıdır. Gördüğüm üzere Sakura Lisesi tamamen kızlardan oluştuğu için bir kız lisesi ve birkaç erkek olsaydı nasıl olurdu diye düşünüyor insan. Anime tamamen kızların dünyasında geçiyor ve doğal olarak genellikle kız sohbetleri ediliyor. Neyse ki sohbetler genellikle komik geçtiğinden (komik derken de abartılı, yılışık hareketlere dolu değil – bkz. Ouran Host Club) baymıyor ve gayet güzel izleniyor.

Uzun lafın kısası, K-ON tamamen müzik içerikli bir anime olmasa da komedi bakımından çok kaliteli bir anime ve işin içine kaliteli çizimler, eğlenceli karakterler ve müzik kulübü de girince izlemesi bir hayli keyifli bir anime oluveriyor.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Ponyo

Yönetmen: Hayao Miyazaki
Stüdyo: Studio Ghibli
Tür: Fantastik, Macera
Yapım Yılı: 2008
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/8



Ponyo, yüzü olan küçük bir Japon balığının insan olmak istemesi hayalini anlatıyor. Minik kardeşleri ile babasının yanında yaşayan küçük balık, babasının yanından kaçarak küçük bir balıkçılık kasabasına varır. Fakat yolculuk esnasında küçük balığın başı kavanoza sıkışır ve balık sahile vurur. Bu arada küçük Sosuke, kavanozdaki balığı görür ve onu kurtarır. Bunu yaparken parmağı kesilir ve küçük, yüzü olan balık onun yarasını yalar ve kesik anında yok olur. Sosuke, balığı bir kova içinde yanına alır ve ona Ponyo adını verir. Ponyo, Sosuke’den çok hoşlanır ve insan olmaya karar verir. Öte yandan da Ponyo’nun babası Fujimoto, Ponyo’yu aramaya koyulmuştur.

Ponyo adlı animenin de tüm Studio Ghibli filmlerinde olduğu gibi ilginç bir hikâyeye sahip. Bir balığın insan olma hayali, Sosuke’nin masum ve sevimli halleri, bolca deniz ve balık derken ortaya oldukça ilginç bir yapım çıkıvermiş. Atmosfer genellikle hareketli ve izleyen sıkılmıyor ama ben sonunu pek beğenmedim. Film çok güzel ve ilginç başlıyor fakat sonu çok basit ve sade olmuş. Buna rağmen dediğim gibi hikâyenin akışı, fantastik öğeler ve özellikle Ponyo ile Sosuke’nin masum serüveni seriyi izlenebilir kılıyor.

Görsel olarak Ponyo tam bir sanat eseri. Zaten bu konuda Studio Ghibli’den daha başarılı bir yapım şirketi görmedim. İnanılmaz temalar harika karakter çizimleri ile birleşince ortaya bakmaya doyamayacağınız manzaralar çıkıyor. Yani her kare ayrı bir duvar kâğıdı. Türkçe seslendirme de gayet başarılı ama Sosuke’nin sesini yakıştıramadım. Ufacık bir çocuk için çok karta kaçmış. Ona daha sevimli bir ses beklerdim. Yine de zamanla alışıyorsunuz. Bunun dışında seslendirme çok iyi ve orijinal efektleri ile de uyumlu.

Sonuç olarak Ponyo’yu izlerken çok güzel vakit geçiriyorsunuz ve anime her yaşa hitap ediyor. Eğer kasmayan, germeyen, sıkmayan, kendisini izlettirmeyi başaran sevimli bir anime filmi arıyorsanız, Ponyo’yu size önerebilirim.

3 Aralık 2010 Cuma

The Cat Returns

Yönetmen: Hiroyuki Morita
Stüdyo: Studio Ghibli
Tür: Fantastik, Macera, Komedi
Yapım Yılı: 2002
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/9



The Cat Returns veya Türkçe adı ile Sihirli Kedi, Haru adındaki genç bir kızın başına gelen akla hayale sığmayan bir macerayı konu alıyor. Günün birinde Haru, arkadaşı ile yolda garip bir kedi görür. Koyu renkli ve iki gözü de birbirinden farklı renkte olan bu kedi ağzında bir paket taşımaktadır ve karşıdan karşıya geçmek istemektedir. Kedi caddeye adımını attığı anda paketini düşürür ve yolun ortasında paketi almak için duraksar. Karşıdan ise bir kamyon gelmektedir ve Haru da bunu fark ederek kedinin hayatını kurtarır. Bundan sonra ise olay ilginçleşmeye başlar. Kedi iki ayağının üzerinde durarak nazik bir şekilde teşekkür eder. Kedinin konuşması ile afallayan Haru’yu gecesinde daha büyük sürprizler beklemektedir. Kurtardığı kedi aslında Kedi Krallığı’nın prensi, Prens Lune’dir ve babası, yani kral bizzat gelerek Haru’ya teşekkür eder ve iyiliğinin karşılıksız kalmayacağını söyler. Fakat Haru’nun bulduğu iyilikler, kedi otu veya hediye paketi içinde fare gibi şeylerdir. Haru’nun memnunsuzluğunu fark eden kediler, olayları yanlış yorumlayarak Haru’ya inanılmaz bir teklif yaparlar. Buna göre Haru, Kedi Krallığı’na gelecektir ve prens ile evlenecektir. Laf dinlemeyen kedilerden Haru’yu kurtaracak ise tek bir kişi vardır ve bu da Baron’dan başkası değildir.

Sihirli Kedi’nin konusu ilk başta sadece çocuklar içinmiş gelebilir ama yediden yetmişe herkese hitap ediyor. Zaten işin içinde Studio Ghibli’nin fantastik öğeleri ve hayal gücü olunca biraz izleyen hemen kendisini kaptırıveriyor. Atmosferi sımsıcak ve genellikle eğlenceli geçiyor. Kedigilleri en olmayacak hallerine tanıklık ediyorsunuz. Filmin süresi biraz kısa (74 dakika) ve sürükleyici olduğu için bir çırpıda bitiveriyor.

Çizimleri bakımından Sihirli Kedi çok hoş bir anime. Özellikle birbirinden ilginç bir sürü kedi çok hoş çizilmiş. Arka plan çizimlerine zaten hiç girmiyorum. Fazla fantastik öğe yok ama Studio Ghibli yine döktürmüş. Türkçe seslendirmeler ise çok başarılı. Özellikle Baron’un sesini çok beğendim.

Ufak bir ayrıntıdan da bahsetmek istiyorum. Whisper of the Heart’ı (Yüreğin Sesi) izleyenler bilir, orada da kedi bir figür vardı ve adı Baron’du. Hatta Shizuku hikaye yazmaya başladığında baş karakteri figür Baron oluyordu. Yüreğin Sesi’ndeki Baron ve Sihirli Kedi’deki Baron aynı kedi ama konu olarak aralarında hiçbir bağ yok. Kim bilir, belki de Sihirli Kedi, Yüreğin Sesi’ndeki Shizuku’nun yazdığı bir hikayedir ve biz aslında Shizuku’nun yazdığı hikayeyi izliyoruzdur. Sonuçta Haru’nun yanında başrolde yine Baron var. Aslında böyle düşünmemek için hiçbir sebep yok:)

Özetle Studio Ghibli, Sihirli Kedi ile çok iyi bir iş başarmış ve kısa olsa da Haru ile, Baron ile çok güzel vakit geçiriyorsunuz. Eğer eğlenceli ve asla sıkmayan bir anime filmi arıyorsanız Sihirli Kedi çok iyi bir tercih olur.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Only Yesterday

Yönetmen: Isao Takahata
Stüdyo: Studio Ghibli
Tür: Dram
Yapım Yılı: 1991
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/8.5



Only Yesterday, orijinal olarak Omohide Poro Poro veya Türkçe olarak Dün Gibi, baş koltukta Isao Takahata’nın oturduğu Studio Ghibli yapımlarından birisi. Miyazaki yok diye de sakın endişeye kapılmayın.

Dün Gibi’de konu Tokyo’da yaşayan 27 yaşındaki Taeko’nun etrafında dönüyor. Daha doğrusu belirli bir konu yok. Anime Taeko’nun köyde yaşayan akrabalarının yanına tatile gitmesi ile başlıyor. Gidiş yolculuğu, köyde yaşadıkları ve yaptıklarının yanında “flashback”ler ile yani geri dönüşler ile Taeko’nun 1966 yılında, 10 yaşındaki yaşamından da bazı kesitler izliyoruz. Yani konu 10 yaşında, beşinci sınıfa giden ve ailesi ile yaşayan Taeko ile 27 yaşında, evli olmayan, Tokyo’da yaşayıp bir işte çalışan ve köy hayatını seven Taeko arasında, birbiri ile bağlantılı bir şekilde gidip geliyor. Özetle Dün Gibi’de bir insanın yaşadıkları ve yaşayacaklarına tanıklık ediyoruz.

Animenin belirli bir konusunun olmaması sizi sakın endişelendirmesin. Edebiyatta durum hikayeleri diye tasvir edilen ve belirli bir olayın olmadığı bu anime aslında çok güzel işlenmiş ve Taeko’nun hayatını dinlerken asla sıkılmıyorsunuz. Özellikle 10 yaşındaki hali çok eğlenceli. Anime durağan ilerlese de geçmiş ile gelecek, köy yaşamı ve insanların ekonomik dertleri çok güzel anlatılmış. Anime izleyenini sıkmayan, sıcak bir ortamda geçiyor diyebilirim.

Görsel olarak Dün Gibi’de fantastik öğeler elbette yok. Normal insanlar, kasabalar, köyler, tarlalar, arabalar kısacası normal bir dünya var karşımızda. Çizimleri de çok cana yakın ve güzel ama özellikle Taeko ve çoğu karakterlerin gülerken yanaklarının aldığı hal hoşuma gitmedi. Yani 27 yaşında olan Taeko gülerken babaanneye benziyor. Animenin müzikleri ise birbirinden güzel. Seri boyunca bolca halk müziği sayılabilecek Japon parçaları duyabiliyoruz. Türkçe dublajında ise bazı çeviri hataları göze çarpıyor. Mesela bir yerde Taeko turşudan hoşlanmadığını söylüyor ama bu turşudan daha sonraları sürekli soğan olarak bahsediyor. Bunlar hikayenin akışını etkilemeyen şeyler ama yine de insanın aklını karıştırabiliyor.

Sonuç olarak Dün Gibi özellikle küçük yaştakiler için sıkıcı gelebilir ama eğer hüzünleri ve komiklikleri ile “hayatın içinden”, gerçekçi bir anime arıyorsanız Dün Gibi’ye mutlaka göz atmanızı öneririm.

Nausica of the Valley of the Wind

Yönetmen: Hayao Miyazaki
Stüdyo: Top Craft
Tür: Fantastik, Macera
Yapım Yılı: 1984
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/8.5



Nausica of the Valley of the Wind, orijinal adı ile Kaze no Tani no Naushika ve Türkçe adı ile Rüzgarlı Vadi, Studio Ghibli kurulmadan önce Miyazaki ve ekibi tarafından Top Craft firması adı altında geliştirilen bir anime. Bu yüzden Rüzgarlı Vadi için Studio Ghibli’nin temelini atan, gayri resmi ilk Ghibli animesi de diyebiliriz ve zaten anime, kapak resminde de görüldüğü gibi Studio Ghibli çatısı altında da yayınlanıyor.

Hikaye bin yıl önce yaşanan ve insanoğlunun tamamına yakınını yok eden savaşın anlatılması ile başlıyor. İnsanların güç için başlattığı bu savaş medeniyetleri yok etmiş ve en önemlisi ormanların evrim geçirmesine neden olmuştur. Öyle ki ormanlar dünyayı kaplayan pis havayı temizlemek için zehir saçmaya başlamıştır ve bu zehir bir insanı beş dakika içinde öldürebilmektedir. Bu ormanlarda yaşayan canlılar da evrim geçirmiştir ve devasa böcekler ortaya çıkmıştır. Bu böcekler ormanın dışına pek çıkmaz ve ormanı dış etkenlerden korumaktadır. İnsanlar birçok kez zehir saçan ormanı yok etmeye çalışmıştır fakat her defasında karşısında ormanın koruyucusu olarak da sayabileceğimiz “Ohm” (dev tırtıla benziyor) sürüleri altında ezilip yok olmuştur. Dünyada son kalan insanlar da ormandan, daha doğrusu zehirden uzakta küçük köyler kurarak yaşamaya başlamışlardır.

Bu yerleşim birimlerinden biri de Rüzgarlı Vadi’dir. Esen rüzgarlar sayesinde zehirli polenler bu vadiye girememektedir ve insanlar rahat, huzur içinde yaşayabilmektedirler. Nausica, bu vadinin prensesidir ve oldukça dost canlısıdır. Hem insanlarla hem de böceklerle çok iyi geçinebilmektedir. Zehirli ormana girdiğinde (tabi gaz maskesi ile) böcekler onu rahatsız etmez ve o da onlara asla zarar vermez. Anime, yine Nausica’nın ormanda gezinirken kılıç ustası Lord Yupa’yı kurtarması ile başlıyor. Akabinde ikisi Rüzgarlı Vadi’ye döner ve gecesinde vadi eteklerine dev bir uçan gemi düşer. Gemiden ağır yaralı kurtulan bir kız Nausica’ya kargoyu mutlaka yakmasını söyler. Çok geçmeden savaşçı bir krallık olan Tolmekia ordusu vadiye girer ve barış dolu ortam iyice bozulur. Nausica da bir taraftan olan biteni anlamaya çalışırken bir taraftan ormanı yok etmeye kafasına takmış Tolmekia ordusu ile uğraşmaya çalışır. Tabi bu arada orman ve böcekler de, özellikle Ohm’lar huzursuzlaşmaya başlamıştır.

Rüzgarlı Vadi çok ilginç bir kurguya sahip ve tam anlamı ile inanılmaz derecede güzel, fantastik bir dünyada geçiyor. Atmosfer genelde yüksek oluyor ve hikayenin karışık olmaması animeyi izlenebilir kılıyor. Ayrıca insanların bir taraftan birbirleri ile ve bir taraftan orman ile olan mücadeleleri çok güzel anlatılmış.
Rüzgarlı Vadi’nin çizimleri elbette eski ama buna rağmen çok güzeller. Başta zehirli olsa da yaratılan o inanılmaz güzel orman insanı resmen büyülüyor. Karakter çizimleri de gayet başarılı ama dikkatimi çekti; Ghibli animelerindeki karakterler birbirlerine çok fazla benziyor. Yani sanki iki farklı animede iki başrolü de aynı kız veya erkek oynuyormuş gibi. Rüzgarlı Vadi’nin müzikleri de çok güzel. Fazla hareketli değil, çok ağır da değil, tam kıvamında. Fakat bazı efektleri pek beğenmedim çünkü Dragon Ball Z’deki efektlere benziyorlar:) Türkçe seslendirmeler ise gayet başarılı. Orijinal dublaj üzerine yapılan dublajda arka plan sesleri de hiçbir zarar görmemiş ve yapılan Türkçe dublaj hiç sırıtmamış.

Kısacası Rüzgarlı Vadi bence en iyi Miyazaki yapımlarından biri ve eski olmasına rağmen kendisini çok iyi izlettiriyor. Filmin süresi yaklaşık 116 dakika ve uzun süre boyunca hem görsel olarak hem de kurgusal olarak sımsıcak bir şölen izliyorsunuz.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Laputa: Castle in the Sky

Yönetmen: Hayao Miyazaki
Stüdyo: Studio Ghibli
Tür: Fantastik, Macera
Yapım Yılı: 1986
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/7.5



Laputa: Castle in the Sky, orijinal adı ile Tenkuu no Shiro Laputa veya Türkçe adı ile Gökteki Kale, ünlü animasyon stüdyosu Studio Ghibli’nin ilk anime – film çalışması olma özelliğine sahiptir. (1984 yılında çıkan Nausicaä of the Valley of the Wind adlı yapım da Studio Ghibli projesi olarak anılır ama esasında TopCraft animasyon stüdyosu adı altında, Studio Ghibli kurulmadan önce yayınlanmıştır)

Gökteki Kale, Sheeta adında genç bir kızın gizemli adamlar tarafından uçan bir gemide bir yere götürülmesi başlıyor. Beklenmedik bir anda gemiye bir grup korsan saldırır ve Sheeta kargaşadan yararlanarak kendini esir tutan adamlardan kolyesini alarak kaçmaya çalışır. Kaçış esnasında Sheeta uçan gemiden yeryüzüne doğru düşmeye başlar. Bu esnada Pazu adında genç bir oğlan, ustasının yemeğini almış maden ocağına doğru yürümektedir. Derken gökyüzünde bir parıltı görür ve yaklaştığında havada yavaşça aşağıya doğru süzülen bir kız görür. Bu kız tahmin edeceğiniz üzere Sheeta’dır. Pazu, Sheeta madene düşmeden onu yakalar ve evine götürür. Bu arada Pazu’nun babası kimilerine göre efsane sayılan uçan şehir Laputa’nın resmini çekebilmiş tek insandır ve Pazu da günün birinde bu uçan şehri bulmanın hayalini kurmaktadır. Sheeta kendine geldiğinde Pazu onu havada uçarken yakaladığını söyler ve Sheeta da başından geçenleri anlatır. Akabinde korsanlar kızın izini bulur ve Sheeta ile Pazu kaçmaya başlarlar. Çok geçmeden işin içine askerler de girer ve iki genç için gizemli bir kaçış ve daha da gizemli bir macera başlar. En önemlisi de, bu maceranın gösterdi yer efsanevi Laputa’dır.

Görsellik bakımından anime bayağı bir eski olsa da, işin içinde Studio Ghibli ve Miyazaki’nin parmağı olduğu çok belli oluyor. Yine muhteşem manzaralar, gizemli yaratıklar, Miyazaki tarzı fantastik diyarlar bolca Gökteki Kale’de karşımıza çıkıyor. Müzikler de alttan destek verince teknik olarak sağlam bir yapıt oluşuyor. Animenin Türkçe seslendirmeleri de hiç fena sayılmaz. Seslendirme tuhaf kaçmamış, akustiği uyumlu ve orijinal arka plan sesleri altta kalmıyor.

Diyeceksiniz ki puanı nereden kırdın. Açıkçası animenin atmosferi beni pek fazla sarmadı. Yürüyen Şato veya Ruhların Kaçışı’ndaki o gizemli havayı Gökteki Kale’de hissedemedim. Belki yapımın yaklaşık yirmi beş senelik olmasının etkisi de olabilir ama Gökteki Kale her ne kadar fantastik bir anime olsa da izleyen çoğu şeyi kestirebiliyor ve film çeşitli sürprizlerle sizi şaşırtmıyor. Yani demek istediğim konu düz bir çizgide ilerlediği ve kırılma noktaları olmadığı için insan sonunu bile kestirebiliyor. Doğal olarak da izlerken pek fazla heyecan duymuyorsunuz.

Uzun lafın kısası Gökteki Kale izlediğim en iyi Studio Ghibli yapımı değil ama emin olan günümüzün çoğu animelerini katlayıp cebine koyabilecek bir anime. Eğer Miyazaki yapımlarını seviyorsanız bunu da beğenirsiniz fakat dediğim gibi beklentiniz çok fazla yüksek olmasın.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Golgo 13

Yönetmen: Shunji Oga
Stüdyo: Answer Studio
Tür: Aksiyon, Dram
Yapım Yılı: 2008
Bölüm Sayısı: 50
Anime Puanı: 10/8



Golgo 13’ün çıkış tarihi yaklaşık 41 sene öncesine dayanıyor. 1969 yılında çıkan ve hala devam etmekte olan mangasının yanında, elli bölümlük animesinden ayrı olarak 73 ve 77 yapımı iki live - action filmi, 83 yılında çıkan “The Professional” adında bir anime filmi ve 98 yılında çıkan “Queen Bee” adında da bir ova’sı bulunmaktadır.

Duke Togo, namı-diğer Golgo 13 profesyonel bir suikastçıdır. Hatta en iyilerin en iyisidir. İster devlet adamı olsun, ister CIA veya FBI, isterse mafya babası, iş adamı veya sıradan bir vatandaş, üç milyon dolar getiren herkes Golgo 13’ü kiralayabilir ve en imkansız denilen suikastları bile ince zekası ve modifiye M-16’sı ile halledebilmektedir. Animesinde de elli bölüm boyunca Golgo 13’ün elli farklı ve birbirinden ilginç görevlerine şahitlik ediyoruz. Yani her bölüm ayrı bir macera, her bölüm bir başka ilginç suikast girişimi.

Duke Togo’dan biraz bahsedecek olursam; animesinde bahsedilmiyor ama Golgo 13 lakabı Hz. İsa’nın ölümünden geliyor. Golgo aslında İsa’nın çarmıha gerildiği yer olan Golgotha’dan geliyor ve 13 sayısı da bildiğiniz üzere Hıristiyanlıkta uğursuz rakam çünkü İsa’nın son yemeğinde 13 kişi bulunmaktaymış. Ayrıca animenin logosuna dikkat ederseniz başında dikenli taç giymiş olan bir iskelet görürsünüz. Duke Togo’nun kökeni, yaşı, aldığı eğitim, yakın dövüş ve silahlardaki uzmanlığı nereden geliyor veya neden bu işi yapıyor bilinmiyor. Sırtını sürekli duvara yaslar, pek fazla konuşmaz, kimseyle fiziksel temasta bulunmaz ve hedefini mutlaka ama mutlaka yok eder. Golgo 13 ne bir kahramandır, ne bir kötü adam. O, dediğim gibi doğru fiyata her işi yapan, duyguları olmayan çok yetenekli bir adamdır.

Golgo 13, çok ilginç bir atmosfere sahip. Anime aslında sizi kendisine çekmiyor. Hani olur ya, içinizden sürekli izleme isteği gelir, işte bu Golgo 13’te yok ama izlemeye başladığınızda da her bölümü pür dikkat bir şekilde takip ediyorsunuz. Bu anime de belirli bir konu, bölümler ilerledikçe açığa çıkan gizemli bir geçmiş yok. İlk bölümü nasıl başlıyorsa son bölümü de öyle bitiyor. Fakat işte o bölümlerin işlenişi, her bölümün ayrı senaryosu ve bir insan ne kadar korunsa da korunsun Golgo 13’ün keskin zekası ile hedefini öldürmesi sizi hayranlık içinde bırakıyor ve bu seriyi izlenir kılıyor.

Görsel olarak Golgo 13 kaliteli bir anime ve gerektiği zaman bolca şiddet ve kan içermeyi de ihmal etmiyor. Ara ara Duke Togo’nun cinsel hayatı da gözlerimizin önüne seriliyor. Yani göğüslere dikkat. Animede iki tane opening ve dört tane ending bulunmakta. Açılış ve kapanışlarda çalan parçalar idare eder de anime içinde çalan parçaları pek beğenmedim. Ayrıca biraz garipler. Özellikle bölüm sonlarında hani eski atarilerde olur ya, bölüm geçersiniz bir müzik çalar, işte öyle garip bir müzik çalıyor. Bir de dikkatimi çekti, her kapanış videosunda Duke Togo’nun yanında gizemli bir kadın oluyor. Açıkçası mangasından bir tanıdık mı diye merak etmedim değil.

Sonuç olarak dediğim gibi Golgo 13’te bir konu bütünlüğü yok ama işlenişi çok zekice. Duke Togo’nun kullandığı yöntemler tam bir zeka ürünü ve hiç de abartıya kaçmıyorlar. Golgo 13’ü karanlık temalı ve sniper tarzı silah içerikli ve özellikle kurnaz kurgusu ile herkese önerebilirim.

26 Ekim 2010 Salı

The Sky Crawlers

Yönetmen: Mamoru Oshi
Stüdyo: Production IG
Tür: Dram, Askeri
Yapım Yılı: 2008
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/4.5



The Sky Crawlers, Japon yazar Hiroshi Mori’nin aynı adlı romanından uyarlanan bir anime. Konu olarak alternatif bir dünyada geçiyor ve adından da az çok tahmin edileceği gibi pilotlar etrafında geçiyor. Bu dünyada barış sağlanmıştır fakat yaşanabilecek gerilimleri ve bir nevi savaşın unutulmamasını sağlamak için özel şirketler şov niyetine pilotlar tutarak birbirleri ile ölümüne dövüşmektedirler. Bu pilotlar ise “kildren” adı verilen, genetiği ile oynanmış ve yaşlanmayan insanlardır. Kildren’lerin hayata gökte geçmektedir ölene kadar pilotluk yapmaktadırlar. Senaryo olarak ise bir kildren olan Yuichi Kannami’nin yaşadıkları anlatılıyor.

Senaryo olarak Sky Crawlers ilk bakışta ilginç gözükse de, açıkçası ben izlediğimde hiçbir şey anlayamamıştım. Anime başlıyor ve birileri birbirleri ile it dalaşı yapıyor ve akabinde de uzun konuşmalar yaşanıyor. Atmosfer ise yerlerde sürünüyor. Dediğim gibi film çok yavaş ilerlediği için dikkatiniz çabuk dağılıyor ve benim gibi konuyu da kavrayamazsanız bitse de gitsek havasında oluyorsunuz.

Görsel olarak ise anime çok hoş. Özellikle kullanılan 3D efektleri sanki gerçek bir film izliyormuş havası veriyor. Arka plan görüntüleri Miyazaki’nin eserlerini aratmıyor değil. Karakterleri ise zayıf buldum. Özellikle baş kahraman Kannami’nin şişman ve tıknaz bir görüntü sergilemesi ilgincime gitti. Müzikleri de hiç fena sayılmaz. Az ve öz olan müzik parçaları yavan olan atmosferi kısa bir süreliğine canlandırmayı başarıyor.

Kısacası The Sky Crawlers pek beklediğim gibi bir anime çıkmadı. Senaryo bakımından beni hayal kırıklığına uğratan bu anime filmini pek önermem.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Rainbow

Yönetmen: Hiroshi Koujina
Stüdyo: Madhouse
Tür: Dram
Yapım Yılı: 2010
Bölüm Sayısı: 26
Anime Puanı: 10/10



Uzun adıyla Rainbow – Nisha Rokubo no Shichinin, ikinci dünya savaşı sonrası, 1950’li yıllarda savaştan mağlup ve yaralarla ayrılmış Japonya’da geçiyor. Bir grup genç, hayat onları mecbur bıraktığı için kötü şeyler yapmış ve bir ıslah evi olan Shonan Geliştirme Okulu’na gönderilmiştir. Dışarıdan sıradan bir ıslah evi gibi görünen fakat içerisi cehennem olan bu okulda, altı arkadaş Sakuragi Rokurouta adında başka bir tutuklu ile tanışırlar. Ve altı arkadaşın umutsuzluğu Sakuragi ile beraber umuda dönüşür ve aralarında hayat boyu sürecek olan bir dostluk başlar.

Rainbow, ilk on dört bölüm boyunca yedi arkadaşın ıslah evinde acımasız gardiyan Ishihara ve Doktor Sasaki’ye karşı olan bir nevi hayatta kalma mücadelesini ve yeniden özgür olma hayallerini konu alıyor. Geri kalan bölümlerde ise gençlerin dışarıdaki hayata karşı savaşları başlıyor. Yedi kahramanımızı kısaca tanıtacak olursam;

Sakuragi Rokurouta: Sakuragi anime başladığında 18 yaşındadır ve lakabı “Anchan” yani “abi”dir. Sakuragi ıslah evine düşen altı arkadaşa kucak açmıştır ve onların can dostu, koruyucusu, kısacası onlara abi olmuştur.

Mario Minakami: Mario 17 yaşındadır ve nedenini kimseye söylemese de, öğretmenini öldüresiye dövdüğü için ıslah evine düşmüştür. Arkadaşlarına çok düşkün olan Mario, onları korumak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdır.

Noboru Maeda: Tosbağa lakaplı Noboru, ekibin en kısa boylusudur ve çeşitli hırsızlık olayları yüzünden ıslah evindedir. Yedi arkadaştan belki de en acıklı geçmişe sahip olan Noboru’dur.

Ryuuji Nomoto: Gözlükleri ve ilk başlardaki çekingen tavırları ile Nomoto ekibin en zekisidir. Lakabı “uncovered” yani bir nevi “meydanda olan” olan Nomoto, karını doyurmak için hırsızlığa baş vurunca yakalanıp ıslah evine yollanmıştır.

Manasaku Matsuura: Cabbage, yani uyuşukluk anlamına gelen lakabı ile Manasaku iri ve şişman yapısına karşın oldukça sessiz bir tiptir. Genç yaşta alkol aldığı ve olay çıkardığı için ıslah evindedir.

Tadayoshi Tooyama: Lakabı askerdir çünkü hayali özel güvenlik güçlerine katılmaktır. Annesinin erkek arkadaşını dövdüğü için ıslah evine düşmüştür ve iri yapısı ile dikkat çekmektedir.

Jou Yokosuka: Yarı Japon olan Jou’un lakabı Joe’dir ve kendisi sarışındır. Kendisine tecavüz etmek isteyen bir adamı dövdüğü için ıslah evindedir ve dışarıdaki kız kardeşi Meg’i görebilmek için her şeyi yapmaya hazırdır.

Görsel olarak Rainbow çok kaliteli bir anime. Özellikle sahnelerin dondurulması ve sulu boya çizimleri gibi bir hal alarak, o an yaşananların anlatılması gibi efektlendirmeler yerine cuk oturmuş. Gerektiği yerlerde bolca kan ve bazı cinsellik öğeleri de kullanılmaktan ihmal edilmemiş. Müzikleri de görselliği kadar harika. Başta açılış parçası olan ve Coldrain’e ait olan “We’re not alone” çok güzel bir parça. Tabi bölümler içerisinde çalan parçalar da gayet güzel parçalar ve çoğu zaman atmosferin tavan yapmasını sağlıyorlar.

Rainbow’a neden tam puan verdiğimi merak edebilirsiniz. Sonuçta Rainbow’da inanılmaz inceliklere sahip olan bir senaryo, feci karizmatik erkekler, kocaman gözlü kızlar, üstün güçler, dünyanın sonunu gelmesi vb. olaylar yok. Rainbow, aslında oldukça basit olan arkadaşlık üzerine kurulmuş bir anime. Anime sadece yedi arkadaşın zor koşullarda bir arada kalmayı konu alıyor. Fakat bu basit konu öyle bir işlenmiş, öyle güzel anlatılmış ki, bu yukarıda saydığım olayların hiçbirine gerek kalmamış. Elbette gerçek hayatta belki birbirlerine böyle sıkı bağlarla bağlı arkadaşlar bulmak zor ama dediğim gibi senaryo dört dörtlük. Basit ama dört dörtlük.

Sonuç olarak Rainbow hayata tutunmaya çalışan yedi arkadaşın dram ve umut dolu macerasını anlatıyor ve eğer sizler de gerçekçi ve kaliteli bir anime arıyorsanız Rainbow’u mutlaka öneririm.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Highschool of the Dead

Yönetmen: Tetsuro Araki
Stüdyo: Madhouse
Tür: Aksiyon, Korku, Ecchi
Yapım Yılı: 2010
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/9.5



Highschool of the Dead’in konu olarak aslında çoğu zombi temalı filmlerden bir farkı yok. Her zamanki gibi hayat normal seyrinde ilerlerken bir yerlerden bir virüs patlak verir ve ölüler ayaklanır ve sonun başlangıcı başlamış olur. Anime de ise hikâye Takashi Komuro etrafında dönüyor. Sıradan bir günde, canı sıkkın olan lise öğrencisi Takashi okul merdivenlerinden dışarısını izlemektedir. Derken garip bir adam kapıya dayanır ve onu durdurmak isteyen öğretmeni ısırır. Akabinde olaylar birbirini takip eder ve çok geçilmeden anlaşılır ki, ısırılan insanlar öldükten sonra yeniden canlanmakta ve birer canavara, yani bildiğimiz zombiye dönüşmektedir. Çok geçmeden Takashi ve birkaç arkadaşı ile okul hemşiresi sadece birkaç dakika önce normal olan yaşamlarına son vermiş, hayatta kalma mücadelelerine başlamıştır. Highschool of the Dead’de de 12 bölüm boyunca bir avuç gencin zombiler karşısındaki yaşam mücadelesine, dünyanın tepetaklak oluşuna, medeniyetin çökmesine ve insanların hayatta kalmak uğruna insanlıktan çıkmalarına şahitlik ediyoruz.

Highschool of the Dead (kısaca Hotd), birkaç noktayı saymazsak türünün ilk ve tek başarılı örneği diyebilirim. Zombi temalı başka bir anime bildiğim kadarı ile yok ve Hotd bu hususta dersine iyi çalışmış. Tabi bazı abartı şeyler de yok değil. Bunlardan en önemlisi herhalde animeye göre Japonya’daki her genç kızın kocamaaan göğüslere sahip olması. Anime ilginçtir, türü korku ve kan olmasına rağmen bazı ufak cinsellik temaları da içerisinde barındırmakta. Demek istediğim eğer Hotd’u izlerseniz bolca zombi, kan, göğüs ve bayan iç çamaşırları görme fırsatı elde edeceksiniz. Bunun dışında olayların akışı, atmosfer, liseli öğrencilerin hayatlarının birden kötü yönde değişime uğraması gibi konular çok güzel işlenmiş ve bölümler keyifli geçtiği için su gibi akıp gidiyor. Ve sonu da her zombi filmi gibi ortada bitiyor. (Ortada derken tabi şak diye değil, belirli olaylar sona eriyor ama açık bitiyor) Bunun büyük nedeni ise şüphesiz mangasının 2006 yılından bu yana devam etmesi. Bir de eklemeden edemeyeceğim, neden hiçbir zombi filminde zombilere zombi diye hitap etmiyorlar ki? Hotd’da da zombilere çoğunlukla “them” yani onlar diye hitap ediyorlar. Küçük bir ayrıntı ama bana göre ilginç:)

Görsel olarak ise Hotd oldukça etkileyici. Kan ve vahşet bolca kullanılmış. Her bölümde litrelerce kan ve uçan zombiler görüyorsunuz. Karakter çizimleri ise dediğim gibi erkekler normal ama kızlarımız hormonsal sorun yaşıyor gibiler. Tabi biz izleyicilerin bu konuda şikayet edeceğini hiç sanmıyorum:) Animenin müzikleri de gayet başarılı ve seriye uygun müzikler. Ben sonradan fark ettim ama her bölüm bitişinde kapanış parçası değişiyor ve bu çok güzel bir ayrıntı olmuş. Tek sıkıntım, anime keşke açılış müziğinden önce başlayıp kapanış müziğinden sonra da devam ediyor. Yani yine çoğu insana göre ufak bir ayrıntı gibi gelebilir ama bence dizi olsun veya anime olsun, sıralama açılış – bölüm – kapanış şeklinde olmalı. Bölüm – açılış – bölüm – kapanış – bölüm bana çok ters geldi.

Sonuç olarak Higshschool of the Dead kısa ama öz ve kaliteli olmuş. Bazıları verdiğim notu biraz yüksek bulabilir ama bu da benim elimde değil. Millet için Alacakaranlık filmindeki ucube vampirlere nasıl hayransa ben de küçüklüğümden beri zombilere bir hayranlık beslerim. Son olarak, anime kesinlikle +16 yaş kitlesine hitap ediyor, onu da belirterek yazımı bitiriyorum.

7 Ekim 2010 Perşembe

Gilgamesh

Yönetmen: Masashiko Murata
Stüdyo: Group Tac
Tür: Fantastik, Bilimkurgu, Dram
Yapım Yılı: 2003
Bölüm Sayısı: 26
Anime Puanı: 10/6



Adından da anlaşılacağı gibi Gilgamesh adlı anime, konusunu tarihin en eski yazılı metni olan Gılgamış destanından alıyor. Gılgamış destanında yarı insan ve yarı kral olarak tabir edilen Uruk kralı Gılgamış’ın ölümsüzlüğü arayışı anlatılmaktadır. Animeye gelince; Kral Gılgamış’ın mezarı Terumichi Madoka adındaki genç bir bilim adamı tarafından keşfedilir. Çok geçmeden mezarın altından garip bir gücün yayıldığını fark ederler ve bu güç farklı bir boyuta açılan bir kapı olarak nitelendirilir. Çok geçmeden mezarın üzerine devasa bir bilim merkezi kurulur ve adına da “Heaven’s Gate” yani Cennetin Kapısı adı verilir. Heaven’s Gate hiçbir ülkeye veya kuruluşa bağlı değildir ve dünyanın birçok yerinden gelen bilim adamları burada Madoka Terumichi’nin liderliği altında çalışmaktadır. Fakat tarihler 10 Ekim’i gösterdiğinde mezardan yeni bir varlık ortaya çıkar ve Madoka Terumichi’nin o “Tear” adı verilen varlığı serbest bırakması ile Heaven’s Gate’te büyük bir patlama meydana gelir. Üstelik patlamanın etkisi ile açığa çıkan elektromanyetik enerji tüm dünyanın atmosferini kaplar. Bu manyetik alan yüzünden uydular, bilgisayarlar, cep telefonları çalışmaz, kısacası teknoloji felç olur. 10 Ekim’de gerçekleştiği için bu olaya “Twin X” yani roma rakamı ile İkiz On denilmektedir. Teknoloji felç olduğundan tüm dünya büyük bir yıkıma uğrar ve medeniyetler çöküşe geçer.

Gilgamesh, Twin X’in üzerinden 15 sene geçtikten sonra devam eder. Terörist damgası yiyen Terumichi Madoka’nın çocukları olan Tatsuya ve Kiyoko Terumichi, annesinin bıraktığı borçlardan dolayı kaçak bir hayat sürerler. Elektromanyetik bir gökyüzünün altında, yıkılmış şehirlerin aralarında korkuya dayalı bir hayat yaşamaktadırlar. Günün birinde, yağmurlu bir havada, alacaklıları yine peşlerine düşmüşlerdir ve iki kardeş boş sandıkları bir malikâneye girerler. Burada gizemli üç insan ile tanışırlar ve çok geçmeden bu kibar insanların doğaüstü güçleri olduğunu fark ederler. Akabinde olaya başka insanlar da karışır ve iki kardeş kendilerini beklenmedik ve hayatlarını sonsuza dek değiştirecek bir maceranın içinde bulurlar.

Gilgamesh senaryo olarak aslında çok iyi bir anime. Olaylar bölümler ilerledikçe derinleşiyor ve insan sürekli şaşırabiliyor. Kurgu, karakterlerin geçmişleri ve yaşanan dünyası ile çok iyi bir hava yaratılmış ama bunun dışında ne yazık ki artı bir yanı bulunmamakta. En büyük eksisi ise çizimleri. Çizimlerini neden böyle yapmışlar anlayabilmiş değilim. Karakterlerin yüzleri bir garip, hele kızdıklarında iyice çirkinleşiyorlar. Özellikle ilk bölümlerde insan rahatsız olmuyor değil. Soluk renkler, bozuk yüz ifadeleri, detaysız arka plan derken görsel olarak ortada hiçbir şey kalmıyor. Müzikleri de bir hayli vasat. Açılış parçası idare eder ama bölümler boyunca kullanılan kilise çanı müziği çok bayıyor. İnsana sanki 80’li yıllardan kalma bir anime izliyormuş gibi hissettiriyor. Demek istediğim, ortada güzel bir konu var ama bunu batırmak için ellerinden geleni yapmışlar.

Kısacası Gilgamesh adlı anime birçok kişiye hitap etmez ve görsellik olarak çok bayıcı gelir. Ben hikayenin akışına merakım ile sonuna kadar izledim ve halimden memnunum fakat Gilgamesh sizlere tavsiye edebileceğim son animeler arasında yer alır, bunu da belirtmek isterim. Eğer çizimler benim için pek önemli değil diyorsanız bir göz atın derim ama dediğim gibi Gilgamesh'i izleyen on kişiden sekizi hehalde sevmez.

25 Eylül 2010 Cumartesi

Origin – Spirits of the Past

Yönetmen: Keiichi Sugiyama
Stüdyo: Gonzo
Tür: Macera, Dram
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/8



Orijinal adıyla Gin-iro no kami no Agito, Agito ve Toola’nın birbirleri ile tanıştıktan sonra yaşadıkları macerayı anlatıyor. Hikâye, zaman dilimi olarak yaklaşık 300 yıl gelecekte geçiyor. Bundan 300 yıl önce Ay üssünde ağaçlar üzerinde genetik deneyler yapılmaktadır. Amaç, bitkilerin genetikleri ile oynayarak her türlü ortamda rahatça yetişmelerini sağlamaktır. Fakat deney ters gider ve Ay üssünde bulunan ağaçlar bilinç kazanarak dünyaya saldırır ve bir nevi kıyamet yaşanır. Dünya üzerindeki nüfusun yarısından fazlası yok olur ve medeniyet “orman”ın kontrolü altında girer. Dünya üzerinin çoğu ormanlarla kaplanır ve tüm su kaynakları ormanın kontrolü altına girer. İşte konu da bu olayların 300 yıl sonrasında başlıyor. Agito’nun babası tarafından kurulan birçok insanın yaşadığı Tarafsız Şehir, orman ve askeri bir ülke olan Ragna arasında köprü vazifesi kurmaktadır. Tarafsız Şehir de barış hüküm sürmektedir ve ne Ragna buraya saldırmaktadır ne de orman bir şey yapmaktadır. Orman, Tarafsız Şehir’e su bile vermektedir. Agito da günün birinde başka Tarafsız Şehirler inşa etmenin hayalini kurmaktadır. Günlerden birinde Agito ve arkadaşı Cain, su kaynağına ilk kim ulaşacak diye yarış yaparlar. Bu yarışın sonunda ormanın koruyucuları Zruids’ler rahatsız olur ve Agito akıntıya kapılarak sürüklenmeye başlar. Akıntı, Agito’yu devasa kutu şeklindeki bir objeye sürükler. Bu obje aslında kapsül gibi bir şeydir ve içi insan doludur. Fakat bir kişininki hariç diğer tüm insanların kapsülleri hasar gördüğü için ölmüşlerdir. Sağlam kapsüle sahip olan tek kişi Toola’dır ve Toola geçmişten, yani 300 yıl öncesindendir. Agito, Toola’ya yardım eder ve büyük bir maceranın temelleri atılır. Çünkü hem orman hem de Ragna uygarlığı, Toola’yı istemektedir.

Aslında Spirits of the Past’ın konusu tam bir klasik. Dünya yok oluyor ve hayatta kalan bir avuç insan zorlu şartlar altında hayatta kalmaya çalışıyor vs. vs. Fakat bu sefer dünyayı yok eden (elbette insanoğlunun parmağı da var) orman. Çoğu animelerde kutsal olan, barışçıl olan, hatta tanrı mertebesinde bile olan orman, Spirits of the Past’ta karşımıza bambaşka çıkıyor. İlk defa ormanın insanlar için tehlike oluşturduğunu gördüm ve söylemeliyim ki, hiç fena da olmamış. Ragna uygarlığının ormanı yok etmek istemesi, suyun ormanın kontrolü altında olması, Tarafsız Şehir’in barışı sürdürmek için uğraş vermesi gibi unsurlar çok güzel işlenmiş ve ortaya gayet sağlam bir yapım çıkmış.

Görsel olarak anime genel olarak iyi ama beğenmediğim tarafları da mevcut. Film esnasında özellikle hareketli sahnelerde üç boyutlu efektler kullanılmış ve açıkçası bu efektler çok kaba duruyor. Mesela daha başlarda Agito akıntıda sürükleniyor ve akıntı gerçek su gibi duruyor. Durum böyle olunca üzerindeki Agiyo ise kağıt gibi kalmış. Veya başka bir yerde askeri araçlar ilerlerken görüntü üç boyutlu oluyor ve sanki 1999 yapımı bir oyunun ara sahnesini izliyormuş gibi hissediyorsunuz. Müzikleri ise çok daha başarılı. Özellikle animenin başında ve sonunda çalan parça ilginç ve güzel.

Sonuç olarak Origin – Spirits of the Past, hikaye olarak yeni bir şey vaat etmiyor ama işlenişi ve atmosferi bakımından güzel bir anime filmi ve her zaman iyi kalpli olan ormanı kendi çıkarlarını düşünen bir varlık olarak görmek gerçekten ilgi çekici. Yani bir göz atın derim.

24 Eylül 2010 Cuma

Special A

Yönetmen: Yoshikazu Miyao
Stüdyo: Gonzo
Tür: Komedi, Okul
Yapım Yılı: 2008
Bölüm Sayısı: 24
Anime Puanı: 10/5.5



Konuya geçmeden önce Special A nedir, kısaca bir bahsetmek istiyorum. Animenin geçtiği yerin en iyi okulu olan Hakusen Akademisi, zenginlerin ve çok zekilerin gittiği bir okuldur. Bu okulda sınıflar ortalamalara göre E sınıfından A sınıfına doğru sıralanmıştır. Fakat bir de A sınıfının üstünde en zeki yedi öğrencinin gittiği Special A sınıfı vardır. Bu sınıfın kendine ait binası, imkânları, bahçesi, kısacası her şeyi vardır. Bu sınıfa giden öğrencilerin derslere katılma zorunluluğu yoktur ve üniformaları da diğer öğrencilerinkinden farklıdır.

Special A’nın kahramanının adı Hikaru. Kendisi orta halli bir ailenin ikinci çocuğudur ve küçüklüğünden bu yana babası ile beraber profesyonel güreşe (daha doğrusu Amerikan güreşine) çok meraklıdırlar. Günün birinde, Hikaru daha küçükken babası onu Kei Takashima ile tanıştırır. Hikaru’ya göre güreşte kendisinden daha iyisi yoktur fakat ilk denemesinde Takashima’ya yenilir. Böylelikle Hikaru ile Takashima arasında yıllar sürecek bir çekişme başlar. Hikaru, Takashima’ya her konuda meydan okur. Derslerden tutun her türlü spor dalına kadar, her şeyde Takashima üstün gelir. Nitekim Takashima, Hakusen Akademisi’ne gider ve Hikaru’da onu takip ederek en zenginlerin gittiği okula girmeyi başarır. Fakat çekişme orada da devam eder. Çünkü Takahima bir numaradır ve Hikaru iki numaradır.

Special A’nın konusu anlayacağınız üzere “elit” kesimde geçiyor ve iki liselisin komik maceralarını anlatıyor. Special A’nın üstün zekalı yedi öğrencisini sizlere tanıtacak olursam;

Kei Takashima: Bahsettiğim gibi Takashima sınıfının ve okulunun bir numarası. Bu adamda her şey mevcut. Beyin, yakışıklılık, kas gücü, spor yeteneği, kısacası her şey var. Gerektiğinde ağaçların tepesine zıplayabilir, yüz metreyi bir saniyede koşabilir veya babasının şirketini boş zamanında yönetebiliyor.

Hikaru Hanazono: Güzel kızımız Hikaru ise animenin bayan başkarakteri. Takashima ile sürekli bir çekişme (ama centilmence) içindedir ve her konuda ona meydan okumaktan çekinmez. Bunun dışında yufka yüreklidir ve arkadaşlarına düşkündür. Okulun daimi iki numarasıdır.

Jun Yamamoto: Jun, üçüncü sıradadır ve “gay” bir kişiliğe sahiptir. Çünkü sürekli Ryuu ile takılmak ister ve bunu ileri götürerek koluna girmeler, kucağında uyumalar, onu başkalarından kıskanmalar gibi tavırlar sergiler. Bunun dışında iyi ve sessiz bir çocuktur.

Megumi Yamamoto: Megumi, Jun’un ikiz kız kardeşidir ve aynı özellikler onun için de geçerlidir. Megumi de Ryuu’nun peşinden ayrılmaz fakat bu onun için normal olsa gerek. Kendisi dördüncü sıradadır ve sesini yormamak için sürekli kağıda yazarak kendisini ifade etmektedir.

Tadashi Karino: Tadashi, animedeki belki de en normal karakter. Kafasına eseni yapmaya bayılır ve yemek düşkünüdür. Sıralaması beştir.

Akira Toudou: Akira altıncı sıradadır ve yemek yapmayı, özellikle kek ve çay konusunda ustadır. Ayrıca lezbiyendir de. Çünkü Hikaru’ya biraz fazla düşkündür ve “Benim Hikaru’m” gibi laflar ediyorsa bu işte bir iş vardır.

Ryuu Tsuji: İkizlerin yapıştığı meşhur Ryuu yedinci sıradadır. Kendisi uzun boyludur ve hayvan beslemektedir. Sincaptan aslana kadar okulda her türlü hayvana şefkat göstermektedir ve ikizler bu hayvanları çook kıskanmaktadır.

Gördüğünüz gibi Special A, birbirinden ilginç karakterlere sahip. Bu karakterlerin çizimleri de bir o kadar ilginç ve bu benim hiç hoşuma gitmedi. Karakterler sanki çöp adamın üzerine elbise giydirilmiş gibiler. İpince vücutlarına eklenmiş olan kocaman gözlü kafaları ile tuhaf duruyorlar. Ayrıca Special A’da asla çirkin karakter göremezsiniz. Özellikle bütün erkekler çok güzel. (Yakışıklı demiyorum, güzel diyorum) Erkekleri öyle bir çizmişler ki, hal ve tavırları da eklenince her beş erkekten ikisi gay gibi davranıyor. Hatta yemin ediyorum, bir tanesini ilk kez gördüğümde kız sanmıştım ama erkekmiş:) Hele bir de Takashima’nın babası var ki, etkisinden kurtulmam herhalde zaman alacak. Adam 36 yaşında ama bebek yüzü ile Takashima’dan çok daha genç duruyor ve kız gibi hareket ediyor. Sanırsam bu adam da gay.

Special A’nın bence en büyük eksiği ruhu olmaması. Tamam, her bölüm üç – beş komik olay oluyor ama animenin bir bağlayıcılığı, etkileme unsuru, yani sizleri ekrana kilitleyen bir tarafı yok. Her bölüm gerçek hayatta karşılığı olmayan bilimkurgu karakterleri bazen doğaüstüne kaçan komik olaylar yaşıyor ve siz de bunları boş gözlerle izliyorsunuz. İzlerken gözünüz, başka bir yere rahatça takılabiliyor, saate bakabiliyor, bölüm bittikten sonra ne yapacağınızı dahi düşünebiliyorsunuz. Anime ile empati kuramıyorsunuz. Umarım ne demek istediğimi anlatabilmişimdir. Kısaca müziklere de değineyim; benim tarzım değiller ama Special A tarzındaki bir anime için fazla abartılı veya kötü de değiller.

Özetle Special A, benim nefret ettiğim, iğrendiğim ismi anılmaması gereken animenin (Yok, Lord Voldermort değil, Ouran Host zıkkımı) biraz daha yumuşatılmış ve adama benzemiş hali. Eğer “o” animeyi sevdiyseniz Special A’yı da muhakkak seversiniz. Şahsen ben 12. bölümden sonra sıkıldığım için bıraktım ve benim tavsiyem, eğer komedili, okullu bir anime arıyorsanız Special A son tercihiniz olsun. Bu arada, ilk kez bir yazımda bu kadar çok gay kelimesini kullandım. Abartmıyorum ama, gerçekten öyleler:)

20 Eylül 2010 Pazartesi

Phantom: Requiem for the Phantom

Yönetmen: Koichi Mashimo
Stüdyo: Bee Train
Tür: Aksiyon, Dram
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: 26
Anime Puanı: 10/7.5



Phantom: Requiem for the Phantom, liseye giden Japon bir genç etrafında dönüyor. Bu genç Japonya’dan Amerika’ya tatile gelmiştir fakat başına en olmadık şey gelir. Inferno adında tüm Amerika’yı kasıp kavuran bir mafya örgütünün “Phantom” lakaplı tetikçisi aldığı görev üzere birisini öldürür ve Japon genç buna şahit olur. Inferno’nun talimatlarına göre asla görgü tanığı bırakılmamalıdır ve dolayısıyla üstün yetenekli Phantom, gencin peşine düşer. Lakin bu genç, Phantom’dan birkaç gün kaçmayı başarır ve bu yüzden Phantom’un yaratıcısı Scythe Master, genci Phantom’un da geçtiği eğitimden geçirmek ister. Sadece tatil yapmak isteyen Japon gencin ilk önce hafızası silinir ve Phantom’un, örgüt içindeki adı ile Ein’ın (Almancada bir demek) yanına eğitilmek üzere verilir. Bundan sonraki adı da Zwei (Almancada iki demek) olur. Zwei’ın kafası ilk başta çok karışıktır. Ein ona eğer yaşamak istiyorsa bundan sonra öldürmelisin der ve Zwei sıkı bir kondisyon ve silah eğitiminden geçir. Çok geçmeden Zwei, Ein’ın iki senede tamamladığı eğitimi yaklaşık üç ayda tamamlar ve üstün bir suikastçıya dönüşür. Bundan sonra Ein ve Zwei, Inferno’nun korku salan ikilisidir fakat karşılarında uzun ve karmaşık bir yol vardır.

Requiem for the Phantom’un konusu oldukça ilginç ve karanlık, entrikalarla dolu bir atmosfere sahip. Senaryo öyle bir ilerliyor ki, ne zaman ne olacağını kestirmeniz çok zor. Ayrıca birkaç bölüm sonrası yaşanan kırılma noktaları da animeyi gayet akıcı ve izlenir kılıyor. Bunlara artı olarak kurnazlıkla işlenen mafya çatışmaları, Ein ve Zwei’ın “hayatta kalmak” adına yaptıkları eklenince ortaya zevkine doyulamayan bir yapım çıkıveriyor.

Her ne kadar konusu iyi olursa olsun, maalesef animeye gölge düşüren şeylerin sayısı bir hayli fazla. Öncelikle karakterleri hiç beğenmedim. Bir kere liseli çocukların eline silah vermeleri böyle karanlık ortamlı bir anime için bence çok saçma. Liseli küçük Ein ve Zwei’ın yerine daha olgun ve karizmatik karakterler kullanılsaydı bence anime on numara olurdu. (Bundan sonrası biraz spoiler içeriyor) Böyle güzel bir senaryo için seçilen hiçbir karakter hoşuma gitmedi. Öncelikle Ein çoğu bölüm beni sinir etmeyi çok iyi başardı. Zwei buna gel kaçalım, geçmişini bulalım gibi şeyler derken Ein’ın tepkisi sürekli yok ben gidemem, benim işim öldürmek, benim geçmişim olamaz, ben Ein’ım, yerim Scythe Master’ın yanı gibi şeyler söylüyor ve insanı gıcık eden davranışlarda bulunuyor. Sapık Master’a, pardon Scythe Master’a gelirsek; kendisi belki animenin en kurnaz ve zeki karakteri fakat sapık. Adam elinde sürekli bebek yağı ile gezinip Ein’ı yağlıyor. Ondan sonra Inferno’nun başındaki adam sanırsam gay. Çünkü McGuire Efendi sürekli jakuzide veya bornozu ile bacaklarına zoom girerek gösteriliyor Zaten giyinik hali de pek normal değil. Elbiselerini Monte Cristo Kontu’ndan alıyor olsa gerek. Inferno’nun bir diğer önemli bayan elemanı Claudia McCunnen ise en normal karakter idi anime sonuna kadar. Gelelim favori elemanın Cal’a. Zaten şirin Cal çıktıktan sonra seri affedersiniz ama iyice sapıtıyor. Kısaca anlatacak olursam; Zwei seriye başladığında liseye giden bir öğrenciydi. Yani aşağı yukarı 16 yaşında. Zwei, Cal ile tanıştığında aradan bir sene geçmiş oluyor, yani 17 yaşına geliyor. Cal ise 13 – 14 yaşlarında bir kız. Alttaki resimden de görebilirsiniz. Bölümler ilerledikçe bazı olaylar yaşanıyor ve Zwei ile Cal ayrı düşüyor. Ardından ise iki sene geçiyor. Yani Zwei’ın 19 ve Cal’ın da 15 – 16 yaşlarında olması lazım. Fakat gel görün ki, kocaman gözlü şirin Cal karşımıza 25 yaşındaymış gibi kocaman göğüslü, kocaman kalçalı, boyu Zwei’ı bile geçmiş bir kadın olarak çıkıyor. Herhalde hormonla beslenmiş olsa gerek. Bizim Ein ile Zwei ise maşallah yerinde sayıyor. Hatta yirmili yaşlarına gelen bu ikili “undercover” olarak yaşamak için liseye bile gidiyorlar. İzleyen de doğal olarak pes artık diyor. Bu kadar uzun yazdım ama kısaca demek istediğim özellikle baş karakterler bu animeye hiç ama hiç uymamış.

Phantom: Requiem for the Phantom’un çizimleri ve müzikleri ise gayet başarılı. Özellikle müzikleri çok güzel fakat ilk ending ve ikinci opening parçası çok uyduruk. Böyle dram kokan ve atmosferi karanlık bir anime için çok fazla oynak ve hareketliler. Çizimleri içinse diyecek hiçbir sözüm yok. Gayet başarılı.

Sonuç olarak Phantom: Requiem for the Phantom’un neredeyse mükemmel bir senaryoya sahip fakat yanlış karakter seçimleri animeye bayağı bir gölge düşürüyor. Ama yine de sürpriz sonu ve sürükleyiciliği ile izlemenizi öneririm.

14 Eylül 2010 Salı

Whisper of the Heart

Yönetmen: Yoshifumi Kondo
Stüdyo: Studio Ghibli
Tür: Romantizm, Dram
Yapım Yılı: 1995
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/7



Whisper of the Heart, orijinal adıyla Mimi wo Sumeseba veya Türkçesi ile Yüreğin Sesi, Studio Ghibli çatısı altında Hayao Miyazaki tarafından yönetilmeyen nadir yapımlardan biri. Filmin yönetmen koltuğunda Yoshifumi Kondo oturuyor ve Miyazaki bu yapımda sadece çizimlerde katkıda bulunmuş. Ve açıkçası Whisper of the Heart’ın başında Miyazaki’nin olmaması, yokluğunu bayağı bir hissettiriyor.

Shizuku Tsukishima, liseye giden ve Tokyo’da yaşayan mütevazı bir ailenin küçük kızıdır. Babası kütüphanede çalıştığından Shizuku da boş zamanlarını sürekli kütüphanede geçirmektedir ve kitapları gerçekten çok sevmektedir. Günün birinde kütüphaneden aldığı her kitabın kendisinden önce Seiji Amasawa adlı birisi tarafından kiralandığını görür. Doğal olarak Shizuku, Amasawa’yı çok merak eder. Hatta sürekli onu düşünemeden edemez. Birkaç gün sonra Shizuku metroda şişman bir kediye rastlar ve onu gittiği yere kadar takip eder. Shizuku kendisini hiç bilmediği ama çok hoşuna gittiği bir mahallede bulur ve kedinin burada bir dükkâna girdiğini görür. Shizuku da dükkâna girer ve inanılmaz derecede güzel antik eşyalarla karşılaşır. Burada onu sıcak ve samimi bir yaşlı adam karşılar. Shizuku henüz bilmemektedir ama bu adam Seiji Amasawa’nın dedesidir ve Shizuku, Seiji ile tanışmaya bir adım daha yaklaşmıştır.

Başta görsellik bakımından ve müzikleri ile Whisper of the Heart eski olmasına rağmen çok güzel bir anime. Zaten rengârenk çizimleri ve müthiş manzara konseptleri ile Miyazaki’nin parmağı her yerde belli oluyor. Fakat senaryo ve atmosfer için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Öncelikle senaryonun akışı çok ağır ve yavaş. Diğer alışılan Ghibli yapımlarında gördüğümüz fantastik öğeler bu animede yok. Yani tamamen sıradan bir kızın romantizm ve ilginçliklerle dolu hayatını izliyoruz. Fakat dediğim gibi atmosferin sürekli düşük olması insanı bir müddet sonra sıkabiliyor ve izlerken konsantrasyonunuz dağılabiliyor.

Sonuç olarak Whisper of the Heart fena bir anime değil ama diğer Ghibli yapımlarının yanında çok sönük kalıyor. Oysa içeriği çok daha ilgi çekici olabilirdi. Fakat sadece çizimleri için bile bir göz atılabilir.

10 Eylül 2010 Cuma

Saki

Yönetmen: Manabu Ono
Stüdyo: Gonzo
Tür: Okul, Spor
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: 25
Anime Puanı: 10/5



Sakli adlı anime, kökeni Çin’den gelen ve söylenenlere göre milattan önce 500’lü yıllarda meydana çıkmış olan “Mahjong” adlı oynayan kızları konu alıyor.

Saki Miyanaga liseye yeni geçmiştir ve Mahjong’dan nefret etmektedir. Bunun sebebi ise ailesiyle oynadığında sürekli kazanması ve ailesinin buna kızmasıymış. Saki de kendince bir çözüm yolu bulmuş ve sürekli artı – eksi sıfır puan alarak ney kazanıyordur, ne de kaybediyordur. Liseye geçtikten sonra ise Saki’nin ortaokuldan arkadaşı Kyotaro onu okulun mahjong kulübü ile tanıştırır. Kulübün başkanı Saki’nin yeteneğini hemen fark eder. Çünkü sürekli artı – eksi sıfır puan almak kazanmaktan bile zordur. Nitekim Saki kulübe katılmaya ikna olur ve edindiği yeni arkadaşları ile mahjong okullar arası turnuvasına katılır.

Saki, tamamen mahjong’a odaklanmış bir anime ve eğer benim gibi bu oyundan zerre anlamıyorsanız çok sıkılırsınız. Ayrıca ben daha çok insan ilişkileri veya okul yaşamı üzerinde duran bir anime bekliyordum ama Saki’de varsa yoksa mahjong. Bir de epey abartmamışlar. Yok, taş alırken şimşek çakması, etrafın kararması, kızın sırtından kanat vs. çıkması animeden beni iyice soğuttu. Tabi olan biteni de benim gibi anlamıyorsanız ortaya size göre saçma sapan şeyler çıkabiliyor. Son olarak, Japon’ların lise futbolundan ve basketbolundan sonra mahjong’un da böyle dünya kupası izlermiş gibi izlenmesini tuhaf buldum. Hele karakterleri de ilah gibi göstermiyorlar mı… Alt tarafı biraz daha ayrıntılı okey oynuyorlar:)

Çizimleri bakımından Saki, klasik bildiğiniz animelerden. Yüzleri aynı olan kızlar, kocaman gözler, kocaman göğüsler, rengârenk saçlar, cins sesleri ve tuhaf hareketleri ile sıradan ve gerçek dışı. Müziklerini de pek beğenmedim.

Sonuç olarak eğer mahjong’a ilginiz varsa bakın derim ama animede biraz Beyblade havasının olduğunu da aklınızdan çıkarmayın. Benim gibi bu oyunun sadece adını biliyorsanız uzak durun derim.

5 Eylül 2010 Pazar

The Girl Who Leapt Through Time

Yönetmen: Mamoru Hosada
Stüdyo: Madhouse Studios
Tür: Dram, Romantizm, Bilimkurgu
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/7



The Girl Who Leapt Through Time, orijinal adı ile Toki Wo Kakeru Shoujo, 1972 tarihinde yazılan ve yazarı Yasutaka Tsutsui olan aynı adlı romandan uyarlanan, daha doğrusu yaklaşık yirmi yıl sonrasını konu alan bir anime filmi.

Makoto Konno, en iyi arkdaşları Chiaki ve Kosuke ile sıradan bir lisede okuyan tamamen sıradan bir kızdır. Yaşadığı kötü bir günün ardından okuldan eve dönerken, bayır aşağı yolda bisikletinin freni patlar ve tam da trenin altında kalacağı sırada garip bir şey olur. Makoto zamanda geri sıçrar. Makoto şaşkınlık içerisinde yaşadıklarını “cadı” lakaplı teyzesi Kanako’ya (orijinal romanın kahramanı) anlatır. Kanako, Makoto’ya zamanda sıçradığını açıklar. Makoto ise zamanda sıçrama olayına ilk başta inanmaz fakat merakına yenik düşerek denemelerde bulunmaya başlar. Sonuçta Makoto zamanda sıçramaya alışır ve yaşadığı kötü şeyleri geri alarak iyileri ile değiştirir. Fakat farkında olmasa da bu birilerine zarar vermektedir ve lehine çevirdiği küçük şeyler gelecekte ona üzüntü ve sıkındı olarak geri döner.

The Girl Who Leapt Through Time yaklaşık 96 dakika sürüyor ve film boyunca Makoto’nun zamanda sıçrayarak geçmişi defalarca değiştirmesine tanıklık ediyoruz. Fakat açıkçası ilginç içeriğine rağmen anime beni pek sarmadı ve bazı yerlerinde sıkılmadım desem yalan olur. Animenin en güzel yanı ise insan ilişkileri ve Makoto’nun bunları zamanda sıçrayarak her defasında farklı hale getirmesi. Animenin finali de oldukça duygusal ve güzel, daha doğrusu tatmin edici bir sonla bitiyor. Yani anime için inişli çıkışlı sahnelere sahip diyebilirim.

Görsellik bakımından ise The Girl Who Leapt Through Time anime serilerine nazaran daha gerçekçi çizimlere sahip fakat bana biraz soluk geldiler. Seslendirmeler ise çok başarılı ve karakterler gerçekten gündelik hayata uygun. Yani demek istediğim yapmacık değiller.

Özetle The Girl Who Leapt Through Time, birçok anime ödülleri töreninde birçok ödül alsa da benim gözümde sıradan bir animeden öteye geçemedi. Bence daha ilginç olabilirmiş ama yine de güzel bir anime filmi.