29 Aralık 2011 Perşembe

Fractale

Yönetmen: Yukata Yamamoto
Stüdyo: A-1 Pictures
Tür: Macera, Bilimkurgu
Yapım Yılı: 2011
Bölüm Sayısı: 11
Anime Puanı: 10/10



Fractale’de hikaye uzak gelecekte, yer olarak da İrlanda’da geçiyor. Dünya artık “Fractale” adı verilen bir düzenin kontrolündedir. Fractale insanları hastalıklardan korumakta ve gündelik işlerden uzak tutmaktadır. Yeryüzünde cennet diye de tanımlayabileceğimiz bu düzende insanlar sadece düzenli olarak Fractale sistemine verilerini yollayarak yaşayacak kadar donay yani pul (sanal para) kazanabilmektedir. Fractale sistemine bağlı her bireyin vücudunda bir terminal vardır ve 3D internet olarak da tanımlayabileceğimiz bu terminal ile birçok veriye ulaşabilir, suretlerini Fractale sistemi olan her yere yollayabilirler. Suretler ise kişinin veriden oluşmuş halidir (avatar gibi) ve bu suretler birkaç istisna hariç robotumsu holografilerdir. Ayrıca veri yığını olduklarından istedikleri gibi ağda gezinebilmektedir. Kısacası Fractale sistemi altında yaşayan insanlar çok rahattır ve evden bile çıkmayarak, suretlerini yollayarak sosyalleşmektedirler.

Galway şehrinde (Galway, İrlanda’da bulunan gerçek bir şehirdir ve animedeki şehir ile büyük benzerlik göstermektedir) yaşayan Clain de ilk paragrafta bahsettiğim Fractale sistemine bağlı 15’li yaşlarında genç bir çocuktur. Hiçbir amacı olmayan ve her gün öylesine takılan Clain yalnız yaşamaktadır ve başka şehirlerde yaşayan ailesi arada suretlerini yollayarak Clain’i yoklamaktadır. Yine sıradan bir günde Clain birilerinden kaçmakta olan Phryne ile karşılaşır. Phryne’nin düştüğünü gören Clain ona yardım eder ve evine alır fakat gecesinde Phryne ortadan kaybolur. Gitmeden öncede Clain’e bir kolye bırakır. Clain merakından kolyeyi kurcalar ve aktif hale getirerek içinden Nessa adında bir suretin çıkmasını sağlamış olur. 10 yaşındaki bir insanın görünümüne ve neşesine sahip, enerjik bir suret olan Nesse ve Clain, Phryne’yi arayan Lost Millenium (Kayıp Milenyum) ile karşılaşır ve kendisini hiç tahmin bile edemeyeceği bir maceranın içinde bulur. Ayrıca Fractale sisteminin ardındaki sırlar da Clain’i beklemektedir.

Konu bakımından Fractale bir yandan sade, bir yandan da karışık bir konuya sahip. Sade bir konuya sahip çünkü her ne kadar yazdıklarımdan karışık gibi gözükse de Fractale sistemi aslında oldukça basit ve fazla detaya inilmemiş. Diğer yandan ise Fractale sisteminin insanlar üzerindeki etkisi oldukça derin bir konu. Bir yandan hiçbir şey yapmadan Fractale’e bağımlı olarak yaşamak ve tüm her şeyini suretler aracılığıyla mı yapmak, yoksa bir yere bağımlı olmadan, özgür bir insan olarak ve diğer insanlarla beraber yaşamak mı diye tartışmaya açık bir konusu var. Fractale ile çok rahat olabilirsiniz ama bir yerde bir Fractale terminali çöktü mü sistem çalışmadığından insanlar emziği elinden alınmış bebekler gibi davranıyor. Diğer yandan sürekli çalışmak zorundasınız ve dünyanın ayağınıza gelmesi gibi Fractale nimetlerinden yararlanamıyorsunuz. Bunun yerine suretlerle değil, gerçek insanlarla muhatap oluyor, dostluklar kuruyorsunuz.

Fractale’in atmosferi kısa olan 11 bölüm boyunca sağlam bir çizgide ilerliyor ve izlerken hiç sıkılmıyorsunuz. Anime gerektiği zaman komedi, gerektiği zaman dram ve gerektiği zaman aksiyon dolu sahneleri ile hiç sıkmıyor. Dediğim gibi 11 bölüm olduğundan konu hızlı ilerliyor ve bu yüzden atmosfer hiç düşmüyor. Anime yaklaşık bin küsur yıl gelecekte geçmesine karşın sizleri götürdüğü dünya her tarafta yüksek binalar, ileri teknoloji değil, alabildiğince yeşillikler ve eşsiz manzaralar. Elbette anime esnasında ful teknoloji şehirlerde çıkıyor ama seride daha çok Last Exile’daki gibi bir hava hakim. Bu durum benim çok hoşuma gitti çünkü ileri teknoloji deyince genelde akla kalabalık ve kirli şehirler geliyor ama Fractale bu tabunun dışına çıkmış ve ortaya eşsiz olduğu kadar ilginç bir dünya çıkmış.

Animenin çizimleri harikulade. Ghibli yapımları kadar olmasa da ona yakın manzara ve arka plan çizimleri mevcut. Yumuşak ve canlı renkler alabildiğince uzanıyor. Karakterlerin çizimlerinin de onlardan aşağıya kalır yanı yok. Karakterler bakımından tek ilgimi çeken Clain’un şortunun altına giydiği uzun çorapları:) Fractale’nin açılışı ve kapanışı da gayet kaliteli. Renk cümbüşü şeklinde ilginç bir openinge sahip “Harunezumi” adlı parça gerçekten çok güzel bir parça. Kapanış olan “Down By The Salley Garden” da İrlandavari havasıyla çok iyi bir parça. Ayrıca anime esnasında sıkça geçen “Hiru no Hoshi” adlı parçayı da es geçmemek lazım. Seslendirmede ise Kana Hanazawa yine döktürmüş. Deadman Wonderland’ın Shiro’su, Steins;Gate’in Mayuri'si Fractale’nin Nessa’sı olarak her zamanki gibi çok iyi iş çıkarmış.

Açıkçası Fractale’ye tam puan verdiğim için ben bile çok şaşırdım çünkü karşıma bu kadar iyi bir animenin (daha doğrusu benim karşıma diyelim çünkü nette genel olarak 7 ile 8 arası puanlara sahip) çıkacağını hiç tahmin etmemiştim. Diğer yabancı sayfalarındaki puan ortalamalarına bakınca ben mi fazla verdim diye çok düşündüm ama yok arkadaş, animenin bir eksisini bulamadım. Konu güzel, hikayenin akışı güzel, senaryo güzel, çizimler güzel, kısa olmasına karşın tadında bitiyor; e daha ne olsun:) Ben Fractale’yi herkese severek tavsiye ederim. Kısa ve kaliteli bir anime arıyorsanız Fractale’ye muhakkak bir göz atın.

26 Aralık 2011 Pazartesi

RahXephon

Yönetmen: Yutaka Izubuchi
Stüdyo: Bones
Tür: Dram, Mecha
Yapım Yılı: 2002
Bölüm Sayısı: 26
Anime Puanı: 10/5



2012 yılında Tokyo, Mulians (kısaca Mu) adı verilen istilacılar tarafından ele geçirilmiştir. İstilacılara karşı nükleer silahlar kullanılmış fakat pek bir işe yaramamıştır. Bunun sonucunda Mu’lar Tokyo’yu dev bir çember içine alarak dış dünyadan soyutlamıştır. Çember dışarıdan Jüpiter’e benzediği için Tokyo’nun adı Tokyo Jüpiter olmuştur. Tokyo’da yaşam Mu’ların kontrolünde devam etmektedir ve burada zaman normal zamandan daha yavaş ilerlemektedir.

Ayato Kamina, Tokyo Jüpiter’de yaşayan 17 yaşında bir gençtir. Kendisi tüm yaşıtları gibi dünyanın geri kalanının yok olduğunu ve dünya nüfusunun sadece yirmi üç milyon olduğunu sanmaktadır. Günün birinde metrodayken ansızın bir hava saldırısı meydana gelir ve Ayato garip makinelerin gökyüzünde uçaklara karşı savaştığını görür. Nitekim Tokyo hükümetinin dev makineleri galip gelir. Öte yandan Haruka adında bir kadın Ayato’yu takip etmektedir. Karşılaştıklarında “gerçekleri öğrenmek istiyorsan benimle gelmelisin” der ve Ayato ilk olarak kabul etmese de sonrasında Haruka’ya dahil olur. Fakat bundan önce Ayato’nun karşılaşması gereken başka bir şey vardır: RahXephon.

RahXephon’nun konusu aslında bir hayli ilginç ve çok şey vaat ediyor ama açıkçası senaryonun işlenişi beni animeden soğuttu. Tokyo’nun Mu’lular tarafından ele geçirilmesi falan güzel de bu Mu’lar nereden geldi, uzaylı mı, makine mi, o dollem adı verilen devler neyin nesi vs. ben anlayamadım. Ayrıca Tokyo Jüpiter yakınlarındaki adaya yerleştirilmiş olan Terra adından örgüt Mu’larla savaşacaksa zaten yanmışız:) Demek istediğim karakter bakımından seri doyurucu değil. Karakter sayısı çok ama bir şekilde hepsi boş. Bölümler de ağır ilerliyor. Bir savaşıyorlar, bir denize giriyorlar. Son olarak, RahXephon hariç diğer tüm dollemlerin çizimleri gerçekten rahatsız edici. Dev ucube robotumsu varlıklara Angelina Jolie dudakları çizip salmışlar meydana. Aslında animeyi fazla eleştirmek istemiyorum çünkü konusu gerçekten çok şeyler vaat ediyor ama ben ısınamadım, sevemedim. Anime öyle bir çizgide ilerliyor ki ya çok seversiniz ya da sevmezsiniz. Bunun ortası yok.

RahXephon’un çizimleri eski olmasına rağmen kaliteli. Karakterler klasik anime karakterleri. Tek ilgincime giden yeri Haruka’nın sivilken giydiği bir kıyafeti. 80’li yıllardan kalma uzun etek ve beyaz katlamalı çorap giyen bir anime karakterini herhalde bir daha görmem:) Müzikleri ise orta şekerli. Açılış ve kapanış parçaları idare eder ama bölümler esnasında çalan parçalar daha iyi olabilirmiş.

Mecha türüyle benim aram zaten limoni ve izlediklerim de zaten bir elin parmağını geçmez. Mecha içeriği ile zaten temkinli yaklaştığım RahXephon’u konusu da sarmayınca (daha doğrusu işlenişi) 12. bölümünde bırakma kararı aldım. Animeye ortalamanın biraz altında bir not vermeme rağmen izlemeyin demem ama izlemek için de mutlaka türüne aşina olmanız lazım. Yoksa benim gibi bakar, bakar, kastırır ve bırakırsınız.

21 Aralık 2011 Çarşamba

First Squad: The Moment of Truth

Yönetmen: Yoshiharu Ashino
Stüdyo: Studio 4C
Tür: Aksiyon, Fantastik, Askeri
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/5.5



Rusya’da Kommersant Gazetesi tarafından ödül alan First Squad, 2. Dünya Savaşı’nı farklı bir bakış açısından ele almaktadır. Bir grup Sovyet genç bir araya getirilip Alman ordusuna karşı savaşmak için First Squad (1. Tabur) oluşturulmuştur. Fakat ani bir saldırı sonucu Nadya hariç diğer tüm üyeler ölmüştür ve Nadya da hafızasını kaybetmiştir. Diğer taraftan da SS’e (Alman Schtuzstaffel) bağlı Ahnenerbe adlı kült topluluk, 12. yüzyılda binlerce insanı katletmiş olan Baron von Wolff ve hayalet ordusunu çağırarak Rusların üstüne salmayı amaçlamaktadır. Rus General Below da kaybolan Nadya’yı bularak yeni geliştirdikleri bir makine ile ölen First Squad üyelerini “diğer taraftan” geri getirerek Baron’un gelişini önlemek istemektedir.

First Squad: The Moment of Truth ilk bakışta hikaye bakımından iyi bir potansiyele sahip ama kanaatimce iyi işlenememiş. Ölmüş savaşçıların gittiği “diğer taraf” kavramını ben çok saçma buldum. Nadya Bioshock’taki Big Daddy’lere benzeyen bir makineye giderek sözde üstün yetenekli diğer üyeleri bu tarafa getirmeye uğraşıyor. Nadya’nın geleceği ön görebilme gibi bir yeteneği var ama diğer elemanların iyi silah kullanmak dışında kabiliyetleri nedir, kimse bilmiyor. Zaten bir saat olan filmde olaylar hızlıca gelişmekte ve bittiğinde de “bu neydi ya” diyemeden edemiyorsunuz :) Büyük ihtimalle de First Squad’ın devam filmleri gelecektir çünkü hem süre bakımından kısa sürüyor hem de sonu pek tatmin edici değil.

Animenin çizimleri genel olarak iyi ve kan efektleri kullanılmaktan hiç kaçınılmamış. Flashbackler esnasında eski bir sinema filmiymiş gibi kullanılan çizimler de gayet hoş olmuş. Tek beğenmediğim yanı ise Nadya’nın bazı çizimleri. Ağzı açık dururken Nadya gerçekten çok salak ve komik görünüyor. Müzikleri ise vasatın altında seyrediyor. Pek güzel oldukları söylenemez. Seslendirmeler ise animenin en ilginç yanı çünkü Rusçalar. Animenin Japonca seslendirmesi yok ve ne yalan söyleyeyim, Rusça bana çok tuhaf geldi. Ben Japonca seslendirme tercih ederdim.

Kısacası First Squad: The Moment of Truth vasat bir anime ve hikaye bakımından doyurucu değil. Rusya soğuğunda gecelikle dolanan Nadya’yı izlemektense başka anime filmleri izlemenizi tavsiye ederim.

17 Aralık 2011 Cumartesi

The Melancholy of Haruhi Suzumiya

Yönetmen: Tatsuya Ishihara
Stüdyo: Kyoto Animation
Tür: Komedi, Macera, Bilimkurgu
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: 28
Anime Puanı: 10/9



2009 yılında çıkan ve 28 bölümden oluşan The Melancholy of Haruhi Suzumiya, 2006 yılında çıkan 14 bölümlük seriyi de kapsamaktadır ve yeni bölümler içermektedir.

Kyon sıradan bir öğrencidir ve liseye yeni başlamıştır. Okulun ilk gününde herkes kendisini sınıfa tanıtmaktadır. Nitekim sıra Haruhi Suzumiya’ya geldiğinde kendisini şöyle tanıtır: “Normal insanlar beni ilgilendirmiyor. Aranızda uzaylılar, zaman gezginleri veya esperler (medyum benzeri) varsa gelsin beni bulsun” der. Doğal olarak arkasında oturan kızın böyle saçmalaması Kyon’a garip gelir ama Haruhi oldukça ciddidir. Sonuçta önlü arkalı oturmalarından dolayı Kyon ve Haruhi az da olsa muhabbeti ilerletirler ve Kyon istemeden de olsa Haruhi’ye kendi okul kulübünü kurma fikrini verir. Haruhi ilginç ismiyle SOS Takımı’nı kurar ve Kyon’u da zoraki üyesi yapar. Kulübün faal olması için üç üyeye daha ihtiyacı vardır ve çok geçmenden onlar da bulunur. Bunlardan bir tanesi SOS Takımı için kullandıkları Edebiyat kulübünün eski odasında takılan Edebiyat kulübü üyesi Yuki, üst sınıfta okuyan Asahina ve okula sonradan transfer olan Koizumi’dir. Buraya kadar her şey normaldir fakat Kyon, Haruhi ile takılmaya başladıkça hayatının giderek tuhaflaştığının farkına varır. Bunun en önemli kanıtı da Yuki’nin gerçekten bir uzaylı olması, Asahina’nın gelecekten gelmesi ve Koizumi’nin bir esper olmasıdır. Üstelik etrafında böyle garipliklerin olmasını çok istemesine karşın Haruhi’nin bunlardan haberi yoktur. Koizumi’nin yaptığı açıklamaya göre Haruhi’nin tanrıvari güçleri vardır ve farkına varmasa bile dünyayı dilediği şekle sokabilme gücüne sahiptir. Haruhi, bir uzaylı, zaman gezgini ve esper dilemiştir ve bunun sonucunda onlar buradadır. Doğal olarak kafası karışan Kyon, Haruhi’ye artık daha çok dikkat etmeye başlar ve SOS Takımı olarak birbirinden ilginç maceralar yaşamaya başlarlar.

Anime ilk bakışta komedi – okul türünde bir anime olarak görünse de aslında içeriği hiç de öyle normal değil. Çünkü bahsettiğim gibi animede bir uzaylı, zaman gezgini ve esper bulunmaktadır ve Kyon hiç istemese de kendisini Haruhi’nin farkına varmadan yarattığı kapalı mekânlarda veya durum gereği geçmişte bulabiliyor. Yani olaya pek fazla olmasa da bilimkurgu öğeleri karışabiliyor. Animenin en büyük dayanağı ise komedi unsurları. Komedi derken de laubali hareketler, şaklabanlıklar değil, konuşmaları kastediyorum. Anime esnasında müthiş diyaloglar söz konusu ve özellikle Kyon’nun içinden Haruhi’nin söylediklerine yaptığı yorumlara şahsen ben çok güldüm. Anime tam tadında ilerliyor ve bölümleri izlerken hiç sıkılmıyorsunuz. Kyon’nun başına gelenler ve Haruhi’nin arkasından dünyayı toparlamaya çalışmasını izlemek gerçekten çok zevkli.

The Melancholy of Haruhi Suzumiya’nın bana göre iki kusuru bulunmakta. Bunlardan bir tanesi animenin son bölümü. Diğer hareketli bölümlere göre oldukça durağan bir bölüm ve sadece bu bölümde ben az da olsa sıkıldım. Diğer kusuru, daha doğrusu benim beğenmediğim yanı 12. ve 19. bölümler ve arasını oluşturan “Endless Eight” yani Sonsuz Sekiz adlı sekiz bölüm. Kısaca özetlemem gerekirse; bu bölümlerde SOS Takımı ekibi 17 Ağustos ve 31 Ağustos tarihleri arasında sınırsız bir döngü yaşamaktadırlar. Yani 31 Ağustos’tan sonra tekrar 17 Ağustos’a dönmektedirler ve bunu yaparken de hafızalarını kaybederler. Kısacası sekiz bölüm boyunca karakterlerin elbiseleri değişiyor, birkaç cümleyi farklı söylüyorlar ve bölümler ilerledikçe sanki bunları daha önce yaşadık duygusu bariz artmaya başlıyor. İlginç bir senaryo olmuş ama fazla uzatılmış. Bu senaryo için en fazla dört, bilemedin beş bölüm çok daha yerinde ve yeterli olurdu. Hatta bu durumdan dolayı benim gibi bu animeyi 28 bölüm değil de 25 gibi kabul edebilirsiniz çünkü artık sonlara doğru bölümleri hızlı geçmeye başlamıştım.

Animenin çizimleri çok başarılı. Rengarenk ve cıvıl cıvıllar. Ortamda tam bir anime havası mevcut. Büyük gözler, rengarenk saçlar, canlı renkler ve müthiş konuşmalar bir araya gelince zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz. Açılış ve kapanış parçaları orta şekerli. Normal komedi animeleri açılışları gibi hareketliler ve sadece bir kere izledikten sonra bir daha izleme gereği duymadım. Seslendirmeler ise çok başarılı. Özellikle Asahina’nın hal ve tavırları ile sesinin uyumu şahane.

Sonuç olarak The Melancholy of Haruhi Suzumiya çok başarılı bir komedi animesi ve sulu şakalardan ziyade konuşmaların ön planda olduğu, tuhaf içerikli ama en önemlisi eğlenceli bir anime arayan herkese Haruhi Suzumiya’yı önerebilirim.

Ayrıca serinin devamı sayılabilecek tam iki saat kırk üç dakikalık Haruhi Suzumiya’nın Kayboluşu adında bir de filmi bulunmaktadır.

9 Aralık 2011 Cuma

Tekken: Blood Vengeance

Yönetmen: Youchi Mori
Stüdyo: Digital Frontier
Tür: Aksiyon, Dövüş
Yapım Yılı: 2011
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/6



Tam olarak bir “anime” olmasından ziyade 3D – Animated bir film olan Tekken: Blood Vengeance’yi Japonya yapımı olmasından dolayı ve animenin bir nevi kardeşi sayılacağından dolayı küçük bir inceleme yazmayı uygun gördüm.

Filmin konusu Tekken 5 ile Tekken 6 arasında yaşanan olayları ele alıyor. Jin Kazama artık Mishima Zaibatsu’nun başındadır ve ezeli rakibi G-Corp’un başında ise Kazuya Mishima vardır. İkisinin de ortak hedefi Shin Kamiya adındaki bir öğrencidir. Jin için çalışan Nina Williams, Shin Kamiya hakkında casusluk yapsın diye Alisa Bosconovitch adında bir android yollarken, Kazuya da Anna Williams aracılığı ile Çinli Ling Xiaoyu yollar.

Bir dövüş oyunundan konu olarak en iyisi düşünülmüş diyebilirim ama işlenişi için aynı şeyi düşünemeyeceğim. Öncelikle filmin hedef kitlesi yetişkinler değil de 13 – 17 yaş arası olduğundan başrollerinde de Xiaoyu adındaki genç kızımız ve duygu dolu robot arkadaşı Alisa var. Ve sanki animelerde yeterince karşımıza çıkmıyor gibi olaylar liselerde, okul festivallerinde falan geçiyor. Filmin yüzde yetmişini Xiaoyu ve Alisa arasındaki “sevgi” dolu arkadaşlığı oluştururken yüzde beşini Nina – Anna dövüşü, yüzde onunu Xiaoyu – Alisa dövüşü ve on beşini de filmin en iyi yanı olan Jin – Kazuya – Heihachi dövüşü oluşturuyor. Burada anlatmak istediğim, film hızlı ilerliyor ama fazla dövüş sahnesi de beklemeyin. Onun yerine havada uçan bir robot, genç kız ve panda (ki panda olayı fazla cıvıtılmış) görmeyi alışın. Ayrıca Marshall Law, Bryan Fury, Paul, King, Eddy, Hwoarang, King gibi karakterler filmde yer almamakta. Kısacası benim derdim, böyle güçlü karakterler dururken gözümüze liseli bir kızın, sinir robot arkadaşının ve dev bir pandanın sokulmasını ben hazmedemedim:) Bir de uçuk şeyler çok fazla. Sözde casusluk için gönderilen Xiaoyu kocaman bir panda ile geziyor ve kimse bunu dert etmiyor. Alisa ise herhalde birazdan kulüpte sahneye çıkacak ki o kılıkta geziniyor ve kimse kafasını bile çevirip bakmıyor. Tamam, bunlar oyunda da böyle giyiniyorlar ama bir filmde insanlar normal elbiselerle gezerken bunların kostüm partisinden çıkmış gibi dolanması açıkçası tuhafa kaçıyor.

Filmin 3D animasyonu ise oldukça göz kamaştırıcı. Karakterler ve özellikle arka plan gerçeğine çok benziyor. Animasyonları yapan arkadaşlar da böyle düşünüyor olacak ki Xiaoyu’nun butlarını gururla gözümüze sokmaktan çekinmemişler. Filmin en iyi yanı olan dövüş sahneleri de çok başarılı. Elbette biraz abartı dövüşüyorlar ama hareketler estetik açıdan göze çok hoş geliyor. Müzikleri ise bende biraz baş ağrısı yaptı:) Biraz kuru gürültü gibiydiler. Seslendirmeleri de çizimleri kadar başarılı.

Özetle Tekken: Blood Vengeance’de ben aradığımı pek bulamadım. Ben daha dövüşü bol, daha yetişkinlere hitap eden bir şey bekliyordum ama yinede Tekken için başta animasyonları ile yapılan en iyi film diyebilirim. Koyu bir Tekken hayranı iseniz izleyin ama alakanız yoksa boş verin.

5 Aralık 2011 Pazartesi

House of Five Leaves

Yönetmen: Tomomi Mochizuki
Stüdyo: Manglobe
Tür: Dram, Tarihi
Yapım Yılı: 2010
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/8.5



Genç bir ronin (ustası veya efendisi olmayan samuray) olan Akitsu Masanosuke yetenekli bir samuraydır fakat utangaç ve bir nevi pısırık kişiliği sürekli bu yeteneğinin önüne geçmektedir. Masanosuke yeteneklerini halk önünde sergileyememekte ve girdiği her korumalık işinden kişiliği yüzünden kısa süre sonra işten çıkarılmaktadır. Günün birinde karşısına Yaichi adında birisi çıkar ve ona koruması olmasını teklif eder. Masanosuke işi kabul eder ve Yaichi’nin koruması olur. Çok geçmeden de Yaichi’nin “Beş Yaprak” adındaki çetenin lideri olduğunu ve bu çetenin varlıklı insanların veya tüccarların mirasçılarını kaçırarak fidye istediğini öğrenir. Masanosuke istemeden de olsa kendisini Beş Yaprak çetesinin içinde bulur ve bu çetenin çete olmaktan daha fazlası olduğuna kanaat getirerek bir süre Yaichi ve diğerleri ile takılmaya karar verir.

House of Five Leaves’in Edo periyodunda geçmesini ve içerisinde samurayların oluşundan aldanarak animenin aksiyon ağırlıklı bir anime olduğuna sakın aldanmayın. Anime tamamen Beş Yaprak üyelerine ve birbirleri ile yaşadıkları ilişkileri konu alıyor. Öyle ki anime her bölüm bizlere farklı flashback’ler sunarak karakterlerin birbirleri ile nasıl tanıştıklarını, geçmişlerini güncel konu ile harmanlayarak çok güzel bir şekilde sunuyor. Ara ara konuşmalar biraz fazla ağırlaşsa da genelde atmosfer iyi ve hikayenin gidişatı akıcı. Bana göre biraz da olaya kılıç dövüşü katılsaymış daha da başarılı olabilirmiş. Çünkü Masanosuke’nin kılıçla olan hünerlerini sadece ilk bölüm görüyoruz ve bir – iki güzel dövüş daha olsaymış iyi olurmuş kanaatindeyim. Dediğim gibi animenin bel kemiği Beş Yaprak çetesi. Çete üyelerini biraz daha yakından tanıtacak olursam;

Masanosuke: İlk paragrafımda da bahsettiğim gibi Masanosuke, House of Five Leaves’in kahramanı ve kişiliği ile ciddi sorunlar yaşıyor. Bu sorununu aşmak için memleketinden Edo’ya gelmiştir ve Beş Yaprak çetesi ile tanışmıştır.

Yaichi: Animenin ikinci başkahramanı olan karizmatik Yaichi, Beş Yaprak çetesinin lideridir. Yaichi’nin geçmişi sırlarla doludur ve geçmişinden bahsetmeyi de pek sevmez. Masanosuke’yi de ilginç birisi olduğundan çeteyi dahil etmek istemektedir.

Umezou: Kısaca Ume, bir han sahibidir ve hanı kızı Okinu ile işletmektedir. Beş Yaprak’ın toplanma yeri bu handır.

Matsukichi: Eskiden bir hırsız olan ve bir ninjanın yeteneklerine sahip olan Matsu çetenin gözlem ve casusluk işlerini yürütmektedir.

Otake: Beş Yaprak çetesinin bayan karakteri olan Otake eski bir geishadır ve Yaichi ile eskiye dayanan bir geçmişi vardır.

Animenin en ilginç yanı ise çizimleri. Hatta alttaki resme veya kapağa baktığınızda bu ne bile diyebilirsiniz:) Karakter çizimleri, özellikle gözbebeği olmayan gözlere diğer animelerde pek rastlayamazsınız. İlk başta doğal olarak biraz yadırgıyorsunuz ama izledikçe de alışıyorsunuz. Karakterler gerçeğe oldukça yakın duruyorlar. Abartılı saçları, kocaman gözleri vb. şeyleri yok. Sadece Yaichi’nin saçları nedense gümüş renginde. Asıl güzellik ise arka plan çizimlerinde. Gerçekten çok başarılılar ve her bir karesi kalemle, bilgisayar değmemiş gibi duruyor. Nasıl desem, Studio Ghibli animelerindeki canlılığı alın ve fantastik öğeler yerine gerçek öğeler ile birleştirin. O derece güzeller. Bir diğer güzel yanı da müzikleri. Başta açılış parası (Sign of Love) olmak üzere animede çalan her müzik kaliteli ve çok güzel.

Uzun lafın kısası; House of Five Leaves gerek içeriği gerek çizimleri ile oldukça sıra dışı bir anime ve herkese de hitap etmeyebilir. Benim beklentilerimin üstünde çıktı ve odak noktası insan ilişkileri olan, tarihi devirden hoşlanan herkese önerebilirim.

27 Kasım 2011 Pazar

Tales From Earthsea

Yönetmen: Goro Miyazaki
Stüdyo: Studio Ghibli
Tür: Macera, Fantastik
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/6.5



Japonca adı ile Gedo Senki ve Türkçe adı ile Yerdeniz Öyküleri, senaryosunu Ursula K. Le Guin’in eserlerinden almaktadır fakat yazarın belirttiğine göre anime filminin konusunun kitapları ile pek bir alakası yoktur. Yazara göre sadece filmin geçtiği dünya ve karakterler eserleri ile ilişkilidir. Ayrıca Yerdeniz Öyküleri’nin yönetmenlik koltuğunda ünlü Hayao Miyazaki’nin oğlu Goro Miyazaki vardır ve bu film Goro’nun ilk yönetmenlik denemesidir.

Talef From Earthsea, bir savaş gemisinin azgın dalgalarla mücadele etmesi ile başlıyor. Akabinde gökyüzünde iki ejderha ortaya çıkar ve savaşmaya başlarlar. Oysa ejderhalar asla birbirleri ile savaşmazlardır. Öte yandan Enlad Kralı’nın kulağına bunun gibi birçok kötü haber gelmektedir. Hasatlar ekin vermemekte, hayvanlar ölmekte, kısacası dünya dengesini kaybetmektedir. Kral olan biteni düşünmek üzere odasına çıkarken karanlık koridorda çok geçmeden bir gündür kayıp olan oğlu Arlen olduğunu öğrendiğimiz bir çocuk kralı bıçaklar ve kılıcını alarak kaçar. Arlen saraydan kaçar ve çölde kurtların saldırısına uğrar. Çölde Arlen’i Çevik Atmaca adında büyük bir büyücü kurtarır ve ikisi beraber uzun bir yolculuğa ve maceraya doğru yelken açarlar.

Daha baştan söylemekte fayda var, Yerdeniz Öyküleri’nde diğer Studio Ghibli eserlerindeki gibi mistik bir havası yok. Yürüyen Şato, Ruhların Kaçışı ve diğer Ghibli yapımlarındaki o fantastik dünya, hayal gücünün eşsiz ürünleri bu animede maalesef yok. Özellikle konu bakımından anime kardeşlerine göre bir hayli zayıf. Ayrıca havada cevaplanmamış birçok soru işareti bırakıyor. En beğenmediğim yanı ise başkarakteri Arlen. Kral babasını neden öldürdüğünü hala anlayabilmiş değilim. Yok, acı çekmekten ve korkmaktan bıkmışta, içinde bir başkası varmışta vs. zırvalayarak ortada gezinen acınası bir tip olmuş. Spoiler gibi olacak ama anime sonunda da bu katil kahraman oluyor. Öte yanda da Çevik Atmaca gibi büyücülerin başı bir adam arka plana atılmış ta atılmış. Dediğim gibi anime hikâye yönünden zayıf ve kopuk.

Animenin çizimleri ise bir Ghibli yapımı olmanın gururunu yaşıyor. Yine müthiş manzara çizimleri, müthiş detaylar, müthiş renkler karşımıza çıkıyor. Karakterler ise her Studio Ghibli animesi incelememde bahsettiğim gibi birbirlerine benzese de oldukça başarılılar. Her ne kadar arka planda olsa da Çevik Atmaca oldukça karizma sahibi bir karakter. Yerdeniz Öyküleri’nin müzikleri de çizimleri kadar başarılı. Yanlışım olabilir ama gayda enstrümanı ile çalınan müzikler benim gerçekten çok hoşuma gitti. Türkçe seslendirmeleri de çok beğendim. Gayet akıcı, orijinal sesleri bozmadan çok güzel seslendirme yapılmış.

Sonuç olarak Yerdeniz Öyküleri’ne verdiğim not Studio Ghibli animeleri arasında verdiğim en düşük notu aldı ve belirtmeliyim ki Goro Miyazaki’nin babasının seviyesine gelebilmesi için daha çok çalışması lazım. Açıkçası anime bir Ghibli yapımı olmayı pek hak etmiyor.

25 Kasım 2011 Cuma

Natsume Yuujinchou

Yönetmen: Takahiro Omori
Stüdyo: Brain’s Base
Tür: Doğaüstü
Yapım Yılı: 2009 – 2010 – 2011
Bölüm Sayısı: 13 + 13 + 13
Anime Puanı: 10/8.5



Brain’s Base yapımı anime “Natsume Yuujinchou”, “Zoku Natsume Yuujinchou” ve “Natsume Yuujinchou San” olmak üzere üç sezondan oluşmaktadır ve her sezon bir öncekinin bıraktığı yerden devam etmektedir. Yani animeyi 39 bölüm olarak da görebilirsiniz.

Takashi Natsume, çocukluğundan bu yana dünya üzerinde gezinen ruhları görebilmektedir. Bu yeteneği yüzünden çocukluğu zorluk ve yalnızlık içinde geçmiştir. Çocuk yaştayken annesini ve babasını kaybeden Natsume’nin bakımını akrabaları üstlenmiştir. Fakat Natsume çevresine garip hayaletler gördüğünü anlattığında adı sürekli yalancıya çıkmaktadır ve dışlanmaktadır. Bu sebepten dolayı akrabaları arasında sürekli taşınan Natsume’yi en son çocukları olmayan Shigeru ve Touko Fujiwara çifti yanına alır. Bu çift, Natsume’nin kaldığı diğer ailelere nazaran daha sıcakkanlıdır ve bu sefer Natsume onları üzmemek için ruhları gördüğünü kendine saklamaya karar verir.

Natsume’ye ruhları görme özelliği büyükannesi Reiko Natsume tarafından miras kalmıştır ve miras kalan bir başka şey de Yuujinchou, yani Arkadaşlar Kitabı’dır. Bu kitap ruhlar dünyasında çok değerlidir çünkü Reiko Natsume alt ettiği her ruhun adını bu kitapta toplamıştır ve bir ruhun ismine sahipsen kendisinin de efendisi olabiliyorsundur. Lakin Natsume, büyükannesi gibi ruhların isimlerini toplamaktansa onlara isimlerini geri vermeyi uygun görür. Ama bu o kadar kolay değildir çünkü kötü ruhlar da bu kitabın peşindedir. Günün birinde Natsume kazara küçük bir tapınağa hapsedilmiş olan Madara adındaki güçlü bir ruhu serbest bırakır. Kedi görünümü ile insanlara da gözükebilen Madara’ya Natsume insanlar arasında seslenebilmek için Nyanko-sensei ismini takar. Çok geçmeden Natsume ve Madara birbirlerine ısınır ve aralarında bir anlaşma yaparlar. Bu anlaşmaya göre Madara, Natsume ölene kadar onun korumalığını yapacaktır ve öldüğünde de Arkadaşlar Kitabı’nın sahibi olacaktır.

İlk paragrafta da dediğim gibi anime 39 bölümden oluşmakta ve her bölümde ayrı bir olay yaşanmaktadır. Her bölüm Natsume ruhlara ismini geri vermekte, yardıma muhtaç ruhlara yardım etmekte ve kötülerini de alt etmektedir. Bir yandan da Natsume normal yaşamına devam etmeye ve çevresine hiçbir şeyi çaktırmamaya özen göstermektedir. Animenin belirli bir senaryosu olmaması ve her bölümünün farklı olmasına karşın (bazı bölümdeki olaylar iki bölüme kadar uzayabiliyor) animenin inanılmaz bir bağlayıcılığı bulunmakta. Animenin öyle büyük, göze çarpan bir özelliği yok ama barındırdığı sıcak ve sevimli atmosfer ile son bölüme kadar hiç sıkılmadan izleyebiliyorsunuz. Özellikle karakterler ve her bölüm karşımıza çıkan farklı ve ilginç ruhlar animenin en büyük artısı. Ayrıca Nyanko-sensei (Madara) gördüğüm en müthiş anime karakterlerlerinden birisi. Yüksek rütbeli bir ruh olmasına karşın genellikle kedi görünümünde gezen Nyanko-sensei, eğlence düşkünü, tembel, şişman ve alkolik bir kedidir. Hal ve tavırları ile insanı güldürmeyi gerçekten çok iyi başarıyor. Sırf Nyanko-sensei’i görmek için bile animeyi izleyin diyebilirim:)

Natsume Yuujinchou’n tek anlamadığım yeri soyadı meselesi. Şimdi Takashi Natsume’nin büyükannesinin (babaanne veya anneanne mi belli değil) adı Reiko Natsume ve bazı bölümler flashback olarak hırçın liseli bir genç kız olarak karşımıza çıkıyor. Anladığım kadarı ile bu kız büyüdüğünde evleniyor ve torunu Takashi doğuyor. Demek istediğim Takashi’nin soyadı nasıl oluyor da büyükannesinin kızlık soyadı oluyor? Bu yetenek ona dedesinden kalmış olsa tamam derdim de bir büyükannenin soyadına sahip olmak (arada dedenin soyadı var, babanın soyadı var) ilgincime gitti. Ayrıca flashbacklerde Reiko Natsume’nin sadece lise yıllarından ziyade daha büyükken veya yaşlı (Natsume bebekken mesela) halini de görmek hoş olurdu.

Animenin çizimleri normal, öyle olağan bir yanı yok. Fakat ilk sezonun çizimleri bana çok parlak geldi. Böyle ekranda hafif beyaz bir örtü varmış gibiydi. İkinci sezondan sonra ise çizimler giderek kaliteleşiyor ve üçüncü sezon gayet göze hoş gelen çizimlerle karşımıza çıkıyor. Anime üç sezon olduğu için üç ayrı açılışı ve kapanışı bulunuyor. İlk sezonun açılışını pek beğenmesem de diğer parçalar fena sayılmaz. Bölümler esnasında çalan müzikler ise daha kaliteli.

Özetle Natsume Yuujinchou sıcak bir atmosfere sahip olan, izlerken insanı dinlendiren, hiç sıkmayan sevimli bir anime. Ben herkesin izlemesini rahatça önerebilirim. Ayrıca animenin 4. sezonu olacak olan “Natsume Yuujinchou Shi” 2012 yılında ekranlara gelecek.

3 Kasım 2011 Perşembe

Karigurashi no Arrietty

Yönetmen: Hiromasa Yonebayashi
Stüdyo: Studio Ghibli
Tür: Macera
Yapım Yılı: 2010
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/9



Japonya’daki adıyla Karigurashi no Arrietty (The Borrower Arrietty), Amerika’daki adıyla The Secret World of Arrietty veya Türkçe adı ile Aşırıcılar, konusunu ilk kitabı 1952’de yayımlanan ve yazarlığını Mary Norton’un yaptığı “The Borrowers” adlı romandan almaktadır. Hayao Miyazaki’nin el atmasıyla animeye de uyarlanan ve Karigurashi no Arrietty adını alan anime filminin dışında 1973 ve 1997 aynı adla çıkmış olan iki filmi, 1992 yılında çekilmiş olan mini dizisi bulunmaktadır. Ayrıca ünlü Fransız ses sanatçısı Cécile Corbel, Karigurashi no Arrietty için özel olarak beste yapmıştır.

Karigurashi no Arrietty, 2010 yılının Tokyo’sunda, batısında yer alan Koganei şehrinde geçiyor. Boyları on santimi geçmeyen bir aile, yeşilliklerle çevrelenmiş müstakil bir evde, döşemelerin altında sessizce yaşamaktadır. Arrietty, babası Pod ve annesi Homily “aşırıcılar” olarak bilinen bir ailedir ve insanların fark etmediği şeyleri (bir küp kesme şeker, iğne, mendil vb.) aşırarak yaşamaya çalışan küçük insanlardır. En büyük kuralları ise insanlara asla gözükmemektir. Günün birinde eve Sho adında ve hasta olduğu belli olan bir çocuk yerleşir. Aynı gece Arrietty ilk defa aşırmak için babası Pod ile beraber eve, yani Sho, büyük teyzesi Sadako ve evin hizmetlisi Haru’nun yaşadığı üst katlara çıkarlar. Babası ile beraber tam bir kâğıt mendil aşırmak üzereyken Arrietty, Sho’nun kendisine doğru uykulu gözlerle baktığını görür. O andan itibaren ise Sho ve Arrietty arasında sevimli bir macera başlamış olur.

Bahsettiğim gibi anime konusunu bir romandan alıyor ve bu versiyonu biraz rötuşlanmış olarak ve Japonya’ya uyarlanmış bir şekilde karşımıza çıkıyor. Tabi Hayao Miyazaki’nin elinin değdiğini unutmamak lazım. Konu olarak anime öyle belli bir çizgiyi takip etmiyor. Aşırıcılar ve Sho arasında yaşanan olayları bizlere aktarıyor. Arrietty’nin bir insan tarafından görünmüş olması, daha önemlisi verdikleri yaşam mücadelesi, Sho’nun hastalığı ve aşırıcılar ile dostluk kurmak istemesi, sinsi Haru’nun planladıkları gibi olayları sıcak bir atmosfer eşliğinde bizlere sunuyor. Demek istediğim anime diğer Ghibli yapımlarına nazaran daha ağır ve olaysız ilerliyor. Tek kusuru ise bazen fazla ağır ilerlemesi. Yani Arrietty’nin evin en altından çatıya kadar tırmanışını dakikalarca izlemek harika çizimlerine rağmen bazen sabırsızlanabiliyorsunuz. Bunun dışında anime bir Ghibli yapımı olmanın hakkını fazlasıyla veriyor.

Karigurashi no Arrietty’nin harika yönlerinden birisi de çizimleri. Studio Ghibli yine gerçekten döktürmüş. Harika arka plan manzaraları, renk tonları kullanılmış. İnsan resmen bakmaya doyamıyor. Karakter çizimleri de gayet başarılı ama her Ghibli incelemesinde dediğim gibi diğer Ghibli animelerin karakterlerine yine çok benziyorlar :) Sanki yüz ifadeleri hiç değişmiyor. Seneler ilerledikçe daha kalitelileşiyorlar ama Arrietty’nin yüzüne dikkatlice bakarsanız Prenses Mononoke’yi görebilirsiniz. Animenin müziklerinin de çizimlerinden aşağı kalır yanı yok. Cécile Corbel’in anime için özel olarak hazırladığı müzikler gerçekten çok güzel.

Kısacası Studio Ghibli ve başta Hayao Miyazaki olmak üzere bu sefer o meşhur fantastik hayal gücünü kullanmamış ve hazır olan bir malzeme ile yetinmeye karar vermiş. Lakin hazır olan ve defalarca kullanılmış olan bu malzemeden bile harika bir eser çıkartmayı başarmışlar. Doğal olarak izlemenizi rahatlıkla tavsiye edebilirim.

31 Ekim 2011 Pazartesi

Chaos;Head

Yönetmen: Ishiyama Takaaki
Stüdyo: Madhouse
Tür: Gerilim, Aksiyon, Doğaüstü
Yapım Yılı: 2008
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/7.5



Chaos;Head, 2008 yılında 5bp. ve Nitroplus tarafından piyasaya sürülmüş bir oyun olup Madhouse tarafından animeye uyarlanmıştır. 5bp. ve Nitroplus tarafından geliştirilen ve 2011 yılında animeye uyarlanan bir diğer oyun ise Steins;Gate’dir.

Chaos;Head’in konu itibariyle Shibuya’da geçiyor. Özel Suimei Akademisi’nde okuyan Nishijo Takumi, bir otaku ve asosyal bir tiptir. Tek başına bir konteynırın içinde yaşayan Takumi okula dahi zor gitmektedir. Öte yandan Shibuya’da “New Generation” adı verilen seri cinayetler işlenmektedir. Günün birinde Takumi bilgisayarda chat yaparken Shogun lakaplı birisi chat odasına giriş yapar ve Takumi’ye bir dizi resim linki yollar. Takumi gergin bir şekilde linklerden birine tıklar ve haç şeklindeki metal kazıklarla birisinin duvara çivilendiğini görür. Ertesi günün akşamında ise Takumi bir cinayete tanıklık eder. Pembe saçlı bir kız tıpkı bir gün önce gördüğü resimlerdeki gibi bir adamı duvara çivilemektedir. O andan itibaren ise Takumi’nin hayatı garipleşmeye, altüst olmaya başlar.

Chaos;Head bahsettiğim üzere Shibuya’da geçiyor ve Shibuya’nın çoğu yeri detayları ile birlikte animeye aktarılmış. Tabi isimleri biraz rötuşlanmış. Örneğin Takumi’nin arama motorunun adı Google değil Doodle. Veya McDonalds olmuş McDaynight gibi. Hikaye bakımından ise anime hızlı ve heyecanlı başlıyor. İşlenen esrarengiz cinayetler, Takumi’nin etrafında meydana gelen gariplikler derken 12 bölümün yarısını bir çırpıda izleyiveriyorsunuz. Öte yandan animenin son yarısında kurgunun izlediği seyir beni tatmin etmedi. İşin içine giren doğaüstü olaylar ve Takumi’nin acayip pısırık halleri bende biraz hayal kırıklığı yarattı. Ayrıca sonu da daha güzel olabilirdi. Yani demek istediğim anime çok iyi başlıyor ama pek iyi bitiremiyor.

Animenin çizimleri ise bana biraz tuhaf geldi. Arka plan ve mekan çizimlerinde sorun yok ama karakterler garibime gitti. Biraz eski duruyorlar. Hatta çoğunun yüz hatları da birbirine benziyor. Sanki peruk değiştirmişler gibi. Ayrıca animede ne renk saç ararsanız var. Mavi, pembe, sarı vs. :) Müzikleri ise çizimlerine göre daha kaliteli. Açılış ve kapanış parçaları gayet hoş ve anime esnasında çalan parçalar da uyumlu.

Sonuç olarak Chaos;Head pek benim beklediğim gibi çıkmadı. Steins;Gate’i izledikten sonra ve o animeye tam puan verdikten sonra karşıma çıkan Chaos;Head’in de aynı kalitede bir anime olduğunu sanmıştım ama bana göre ortalama kalitede bir anime olmaktan öteye gidemedi. Animeyi izlemeyin demem ama överek tavsiye de etmem.

21 Ekim 2011 Cuma

Blood-C

Yönetmen: Tsutomu Mizushima
Stüdyo: Production I.G
Tür: Aksiyon, Doğaüstü
Yapım Yılı: 2011
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/4.5



Blood The Last Vampire ve Blood+’dan sonra Production I.G, senaryosunu CLAMP’ın ele aldığı yeni bir seri olan Blood-C ile Blood serisine bir yenisini daha ekledi. İçerik olarak ana karakterin adının “Saya” olması dışında Blood+ ile Blood-C arasında hiçbir bağlantı yoktur.

Saya Kisaragi, nazik ve biraz da sakar olan normal genç bir kızdır. Babası ile bir tapınakta yaşayan Saya kahveyi çok sevmekte, gündüzleri okula gitmekte, arkadaşları ile iyi geçinmekte ve geceleri de “Furukimono” adındaki (Eskiler anlamında, Türkçe çevirisinde Ata denilmiş) yaratıkları öldürmektedir. Bu yaratıklar bir nevi canavardır insan eti ile beslenmektedir. Saya da 12 bölüm boyunca bunlarla mücadele etmektedir.

Blood-C’nin hikâyesi ilk bakışta ilginç gelebilir ama kesinlikle değil. Animeye neden düşük puan verdiğime gelirsek; öncelikle animenin konusu gerçekten berbat. Bu Saya her gün canavar avlıyor, etraf kan gölüne dönüyor, insanlar ölüyor ama kimse hiçbir şey fark etmiyor. Gerçi bunun nedeni animenin sonunda belli oluyor ama animenin sonu ve olayların seyri daha da vahim. Bundan bahsedersem animenin dönüm noktasını söylemiş olurum bu yüzden söylemiyorum ama sonlara doğru hikâyenin akışı gerçekten gülünç. Son iki bölümde ortaya çıkan ve kim olduğunu zaten çok önceden tahmin edebileceğiniz vatandaş ve yaptığı açıklamaları ben gülerek izledim. Bir de her bölüm Saya’nın okul üniforması kan içinde kalıyor, yırtılıyor ama ertesi gün cillop gibi okula gidiyor. Bir de bu Saya karakterinin ruh hali gerçekten aptalca olmuş. Kız gidiyor yaratığı katlediyor ama ertesi gün şarkılar söyleyerek okula gidiyor, kafede hoşça vakit geçiriyor vs. Yani konu bütünlüğü gerçekten çok kopuk ve anlamsız. Ayrıca animenin adı Blood olduğu için sakın vampir beklemeyin. Abuk sabuk yaratıkların vampirlerle hiç alakası yok. İlk paragrafta da bahsettiğim üzere Blood+ ile Blood-C’nin tek ortak noktası Saya adının geçmesi. Kısacası demek istediğim, Blood-C’nin hikâyesi son zamanlarda gördüğüm en berbat senaryolardan birisi.

Blood-C’nin en güzel yanı ise dövüş ve katliam sahneleri. Dövüş sahneleri gerçekten estetik ve başarılı. Katliam sahneleri de çok iyi fakat sansür olayı olmasaymış mükemmel olurmuş. Kopan uzuvlar genellikle siyah veya beyaz çizgilerle sansürlenmiş ve çok fazla kan fışkırıyorsa buğu efekti kullanılmış. Televizyon için belki bu kadar şiddet fazla gelmiş olabilir ama muhakkak sansürsüz bir versiyonunun da yayınlanması gerekir.

Görsel olarak Blood-C çok başarılı. Bahsettiğim dövüş sahneleri ve şiddet unsuru çok güzel yansıtılmış. Çizimler bakımından tek beğenmediğim yanı Saya’nın orantısız saçları. O nasıl saç şeklidir, anlayamadım. Açılış ve kapanış parçaları da gayet başarılı ama bölümler esnasında çalanları pek beğenmedim.

Toparlamak gerekirse; Blood-C bana göre tam bir hayal kırıklığı ve Blood+’nın yanına bile yaklaşamaz. Animenin 12 bölüm olması ve şiddet sahnelerinin başarılı olması animeyi bir nebze izlenebilir kılsa da ortada adam gibi bir senaryo olmayınca bunların anlamı da kalmıyor.

Bu arada, Blood-C’nin Haziran 2012’de anime filmi çıkacakmış. Yarım biten sonu böyle tamamlamak niyetindeler. Ben izler miyim? Hayır.

15 Ekim 2011 Cumartesi

Gun x Sword

Yönetmen: Goro Taniguchi
Stüdyo: AIC A.S.T.A
Tür: Aksiyon, Mecha
Yapım Yılı: 2005
Bölüm Sayısı: 26
Anime Puanı: 10/7



Gun x Sword’ta hikâye Endless Illusion adlı gezegende geçiyor. Giydiği siyah smokini ve hiç çıkarmadığı şapkası ile Van adındaki gizemli bir adam, sevdiği kadın olan Elena’yı öldüren “Claw” yani pençe lakaplı adamı aramaktadır. Günün birinde Van’ın yolu Evergreen adlı bir kasabaya düşer ve Wendy ile tanışır. Wendy’nin kasabasının başı Lucky adındaki psikopat ve çetesi ile derttedir. Van biraz istemeyerek de olsa kasabaya “Dann” adındaki çok güçlü zırhı ile yardım eder. Bu arada zırhlar içine binilebilen, insan şekline benzeyen dev robotlardır. Çetenin lideri Lucky, Van’a Wendy’nin abisinin Claw tarafından kaçırıldığını söyler. Bunun üzerine Wendy de Van’a katılarak Claw’ın peşinde düşerler.

Gun x Sword’tun konusu çoğu animede karşınıza çıkabilecek cinsten. Nerede olduğu tam bilinmeyen bir kötü adam vardır ve bıraktığı izlerin peşinden birçok yeri dolaşan birkaç kişi bulunmaktadır. Gun x Sword’da da durum aynen böyle. Van ve Wendy kasaba kasaba dolaşarak düşmanlarını aramakta, bu arayış sırasında yeni insanlarla tanışmakta, yeni düşmanlar edinmektedir. Her bölüm ayrı bir kasabada geçmektedir ve her bölümün bir “boss” karakteri vardır. Animenin ortalarına kadar, yani Claw piyasaya çıkana kadar durum böyle. Ayrıca anime Trigun’a acayip şekilde çok benziyor. Yaşatılan western havası sanki Trigun’dan alınmış gibi. Hatta Gun x Sword için Trigun’un robotlu versiyonu diyebilirim. Bir de baş karakterimiz Van acayip bir şekilde Cowboy Bebop’taki Spike Spiegel’a benzemekte.

İçerik olarak ise Gun x Sword bayağı bir dengesiz. Bir bakıyorsunuz olay çok heyecanlı bir hal alıyor, bir bakıyorsunuz atmosfer yerlerde sürünüyor. Yani ben bazı bölümleri pür dikkat izlerken bazı bölümleri kese kese izledim. Bence 26 bölüm bu anime için fazla olmuş. 13 bölüm Gun x Sword için bana göre daha ideal olurdu çünkü bazı bölümler gerçekten sırf doldurma olmuş ve çok saçmalar.

Görsel olarak Gun x Sword, Trigun’un vahşi batı atmosferini ve Spike Spiegel’ın görünümünü alarak harmanlamış ve bizlere sunmuş. Fena da olmamış hani. Animenin çizimleri normal, göze batan bir şey yok. Müzikleri ise en büyük artısı. Öyle süper parçalar yok ama animeye çok yakışmış ve ortadaki atmosferi çok iyi yansıtıyor.

Özetle Gun x Sword western temalı, mecha içerikli orta halli bir anime. Trigun’u sevdiyseniz ve mecha’dan hoşlanıyorsanız bir göz atın derim.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Ano Hi Mita Hana no Namae o Bokutachi wa Mada Shiranai

Yönetmen: Tatsuyuki Nagai
Stüdyo: A-1 Pictures
Tür: Dram
Yapım Yılı: 2011
Bölüm Sayısı: 11
Anime Puanı: 10/10



Uzun ve ilginç adıyla Ano Hi Mita Hana no Namae o Bokutachi wa Mada Shiranai veya Türkçe adı ile “O Gün Gördüğümüz Çiçeğin Adını Hala Bilmiyoruz”, altı eski çocukluk arkadaşının birbirleri olan ilişkilerini konu alıyor. Jintan, Menma, Anaru, Yukiatsu, Tsuruko ve Poppo küçüklüklerinde çok iyi arkadaştılar. Günün birinde bir kaza olur ve Menma hayatını kaybeder. Yaşanan bu trajediden dolayı grubun geri kalanları gün geçtikçe birbirlerinden uzaklaşmaya başlar ve en sonunda birbirlerinden koparlar. Aradan birkaç yıl geçer ve çocuklar lise çağına gelir. Jintan eve kapanık bir yaşam sürmektedir ama ansızın bir olay meydana gelir ve Menma’nın hayaletini görmeye başlar. Üstelik Menma da tıpkı kendisi gibi büyümüştür. Hayalet Menma’nın dediğine göre kendisinin hatırlayamadığı bir dileği vardır ve bu dileğin gerçekleşmesi için diğer eski arkadaşlarının da yardımına ihtiyacı vardır.

Bahsettiğim gibi anime Menma’nın ortaya çıkması ile eski arkadaşların bir araya gelmesini ve artık büyümüş olan çocukların geçmişi hatırlamalarını, birbirlerine olan sevgilerinin ve nefretlerinin yeniden ortaya çıkmasını, Menma’nın anısı, çocukların değişmiş kişiliklerini çok güzel bir şekilde ele alıyor. Özellikle karakterler üzerinde çok iyi durulmuş ve her birinin yaşadıkları çok iyi işlenmiş. Bu altı arkadaşı kısaca tanıtacak olursam;

Jinta “Jintan” Yadomi: Geçmişte gruplarının lideri olan ve enerjik tavırları ile dikkat çeken Jintan artık okula gitmemekte, hatta evden bile çıkmamaktadır. Sert ve üzgün haliyle içine kapanık bir yaşam sürmektedir.

Meiko “Menma” Honma: Grubun en saf ve kalbi temiz kızı olan Menma, geçirdiği bir kaza sonucu ölünce diğer arkadaşlarının arkadaşlıkları da onunla beraber ölmüştür. Menma bir hayalet olarak geri dönmüştür ve hatırlayamadığı bir dileği vardır.

Naruko “Anaru” Anjo: Gözlüklü, çekingen ve utangaç olan Anaru büyüdükten sonra kısa etekler giymeye, makyajlar yapmaya ve eğlence düşkünü kızlarla takılmaya başlamıştır.

Tetsudo “Poppo” Hisakawa: Küçüklüğünde Jintan’nın dibinden ayrılmayan, ona hayranlık duyan, ufak tefek bir çocuk olan Poppo, boy ve kilo olarak artık grubun en irisidir. Part-time işlerde çalışarak biriktirdiği paralarla dünyayı gezmeye çalışmakta ve eskiden arkadaşlarıyla takıldıkları kulübede yaşamaktadır.

Atsumu “Yukiatsu” Matsuyuki: Sessiz bir çocuk olup Jintan’ın hınzırlığına ayak uydurmakta zorlansa da grupla takılmayı seven Yukiatsu artık özel ve zekilerin gittiği bir liseye gitmektedir ve insanlara ayıracak pek vakti yoktur.

Chiriko “Tsuruko” Tsurumi: Yukiatsu ile aynı okula gitmektedir (ve belki de Yukiatsu’nun tek arkadaşıdır) ve küçüklüğünde olduğu gibi mantığı ile hareket etmeyi seven birisidir.

Atmosfer olarak anime tamamen konuşmalara dayanıyor. Yani öyle aksiyon yanı ve komedi unsurları yok. Dram yönü ağır olan anime ilk bakışta öyle gözükmese de aslında yetişkinlere hitap ediyor diyebilirim. Çünkü çocukların karmaşık ilişkileri ve yaşananlar sizi ya sıkabilir ya da alıp götürebilir. Tahmin edebileceğiniz üzere ben ikinci kategoriye giriyorum ve özellikle son bölümlerde yaşanan duygu selinde insanın gözleri sulanmıyor değil.

Çizimleri bakımından anime oldukça kaliteli. Arka planlar ve ışıl ışıl renkler çok güzel harmanlanmış. Seslendirmeler de bir o kadar başarılı. Özellikl Menma’nın seslendirmesi çok sevimli. Animenin açılış ve kapanış parçaları da anime ile çok uyumlu.

Sonuç olarak Ano Hi Mita Hana no Namae o Bokutachi wa Mada Shiranai dram yönünden oldukça etkileyici bir anime ve benim çok hoşuma gittiğimden tam puan vermeyi layık gördüm. Steins Gate’den sonra üst üste ikinci tam puanımı vermem ise herhalde binde bir kere yaşanacak bir tesadüftür:) Eğer sizi duygulandıracak sevimli bir anime arıyorsanız bu anime aradığınız anime olabilir.

25 Eylül 2011 Pazar

Steins;Gate

Yönetmen: Hiroshi Hamasaki, Takuya Sato
Stüdyo: White Fox
Tür: Bilimkurgu
Yapım Yılı: 2011
Bölüm Sayısı: 24
Anime Puanı: 10/10



Steins;Gate, 2009 yılında 5pb. ve Nitroplus tarafından Xbox 360 için geliştirilen bir oyun olup White Fox tarafından 2011 yılında animeye uyarlanmıştır. Konusu her ne kadar kurgu olsa da anime içinde yer alan Cern gerçek bir kuruluştur. Türkçesi Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi olan Cern, İsviçre ile Fransa sınırı arasında yer alan ve parçacık fiziği üzerine araştırmalar yapan devasa bir laboratuardır. Cern’de zaman yolcuğu üzerinde çalışmalar yapıldığı da bilinmektedir. Ayrıca yine anime içerisinde adı bolca geçen John Titor, 2000’li yıllarda başta “Time Travel Institute” forumu olmak üzere birçok forumda gelecekten geldiğini iddia eden ve söylediğine göre kendisi devlet için çalışan ve zaman yolculuğu projesi için seçilen bir askerdir. 2036 yılından 1975 yılına IBM 5100 almak için döndüğünü söylemiştir. Bu bilgisayar ile 2036 yılında eski programların "ayıklama (debug)" işini yapacağını iddia etmiştir. Gönderdiği yazılar, 2000 – 2037 yılları arasında birçok olaydan bahsetmiştir. John Titor’un yazıları 2001 yılında son bulmuştur ve kim olduğu asla öğrenilememiştir. John Titor’un 2000 yılında gelecekte olacaklar hakkında söylediği birçok şey (örneğin olimpiyatlar olmayacak demişti ama oldu) gerçekleşmemiştir lakin IBM 5100 hakkında eski yetkililerden birinin yaptığı açıklamaya göre makinenin gerçekten ayıklama görevi yapabileceği hakkında yorumlar yapmıştır. John Titor hakkında birçok bilgiyi yukarıda alıntısını da yaptığım vikipedi sayfasından ve buradan ulaşabilirsiniz.

Steins;Gate’nin kahramanı Okabe Rintaro, (kendisine hitap etme şekliyle çılgın bilim adamı Hoouhin Kyoma) Akihabara’da laboratuar olarak kullandığı küçük bir dairede yaşayan zeki ama bir o kadar da garip bir bilim adamıdır. Yetenekli bir hacker olan Daru ve çocukluk arkadaşı Mayuri ile “Geleceğin İcatları” adını verdikleri laboratuarda mikrodalga fırınını geçmişe mesaj göndermeyi başaran bir aygıta dönüştürmeyi başarmıştır. Okabe geçmişe her mesaj gönderişinde dünya çizgisi değişmekte ve dünya akışı farklılaşmaktadır. Lakin bu değişiklikleri fark edebilen bir tek Okabe’dir. Okabe, laboratuara katılan yeni üyeleri Makise Kurisu ile D-Mail adını verdikleri geçmişe mesaj gönderen icatlarını geliştirerek bir zaman makinesi yapmaya çalışırlar. Öte yandan Daru ve IBM 5100 sayesinde hackledikleri Cern belgelerinden çok önemli veriler elde ederler. Okabe ve ekibi zamanın akışı ile oynamaya başladıkça ortaya istenmeyen sonuçlar çıkmaya başlar ve zaman çizgisini yeniden eski haline bir tek Okabe geri getirebilir.

Animenin ilk bir – iki bölümü kafanızı karıştırabilir. Örneğin ilk bölüm Makise Kurisu’nun ölümü ile başlıyor ve bina önünde mesaj atan Okabe sayesinde dünya ansızın değişiyor ve Kurisu yeniden canlı olarak hayatına çıkıyor gibi. Fakat sakın endişe etmeyin çünkü animede hiçbir soru cevapsız kalmıyor ve bölümler ilerledikçe anime çok zevkli bir hal alıyor. D-Mail ve zaman makinesi ile yapılan deneyler, zamana geri sıçramalar, dünyanın değişmesi ve yaşanan kelebek etkileri, Okabe’nin olaylara müdahale etmek istediği için defalarca geçmişe gitmesi gibi birçok ilginç olay yaşanıyor. Oyunu nasıl bilemem ama zaman makinesi ve geçmiş – gelecek kavramı animede çok iyi işlenmiş. Ara ara tempo biraz düşse de atmosfer daima yüksek. Ayrıca animenin konusu ilk paragrafımda da bahsettiğim Cern ve John Titor ile çok iyi harmanlanmış. Steins;Gate’nin içinde dram, gerilim, mizah ne ararsanız var ve bir oyundan adapte edildiği tatmin edici bir sonla sona eriyor.

Steins;Gate’nin çizimleri oldukça güzel ve karakterlerin davranışları ile görünüşleri cuk oturmuş. Çizimler elbette animevari (kırmızı saçlar, kocaman gözler) ama abartıya kaçılmamış ve atmosferi çok iyi yansıtıyor. Başta seslendirmeler olmak üzere müzikleri de, özellikle bölüm esnasında çalan parçalar çok başarılı. Dediğim gibi seslendirmeler çok başarılı. Özellikle Mayuri ve Okabe’nin çılgın bilim adamı hallerinin seslendirmesi şahane olmuş.

Steins;Gate’in ben herhangi bir eksisini, yetersizliğini göremedim. Anime içinde her çeşit olay var. Kurgu sağlam, görsellik sağlam. Üstelik anime kendisini çok iyi izlettiriyor. Konusu klasik zaman makinesi olsa da çok iyi işlenmiş. Bu yüzden ben tam puanı Steins;Gate’e uygun gördüm ve her anime severin izlemesini de gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.

15 Eylül 2011 Perşembe

One Outs

Yönetmen: Yuzo Sato
Stüdyo: Madhouse
Tür: Spor
Yapım Yılı: 2008
Bölüm Sayısı: 25
Anime Puanı: 10/7.5



Lycaons adlı beyzbol takımının vurucusu Hiromichi Kojima, antrenman yapmak için Okinawa’ya gider. Burada atış hızı 130 km/h’yi (beyzbol için düşük sayılır) geçmeyen ama “One Outs” adlı oyunda kumar oynayarak hiç kaybetmeyen Toua Tokuchi ile karşılaşır. One Outs adlı oyunun kuralı basittir. Birisi topu atmaktadır, bir başkası da vurmaya çalışmaktadır. Tokuchi’nin atış becerilerinden etkilenen Kojima, onunla iddiaya girer. Öyle ki, Tokuchi kazanırsa Kojima profesyonel beysbol kariyerini sonlandıracaktır fakat Kojima kazanırsa Tokuchi’nin sağ kolu onun olacaktır. Nitekim biraz kurnazlıkla da olsa Kojima kazanır ve Tokuchi’den sağ kolunu Lycaons için kullanmasını ister. Lakin Lycaons’un paragöz başkanı ki para kazanacaksa takımının kaybetmesine seve seve razı gelir, kariyeri olmayan Tokuchi’yi takıma almak istemez ve aralarında özel bir kontrat yapmaya karar verirler. “One Outs” adı verilen bu kontrata göre Tokuchi oyun dışı bıraktığı her kişi başına 5.000.000 Yen (yaklaşık 116 bin Türk lirası) alacaktır. Fakat kaybederse 50.000.000 Yen (1,116 bin Türk lirası) borca girecektir. Yani Tokuchi’nin karşısında sadece rakip takımlar değil, kendi takımının paragöz başkanı da vardır.

One Outs’un konusu tamamen beyzbol ve Tokuchi üzerine kurulu. Daha doğrusu Tokuchi’nin olağanüstü stratejik becerilerine ve sezgilerine diyebiliriz. Hatta diyebilirim ki, Death Note’da L neyse veya Code Geass’ta Lelouch neyse One Outs’da da Tokuchi o. İlk iki bölüm dışında tüm bölümlerde maç yapıyorlar ve her maçı Tokuchi akla hayale gelmeyecek tekniklerle lehine çevirebilmesini başarıyor. Üstelik sadece maçları almamakla kalmıyor, işine çomak sokmaya çalışan Lycaons başkanını da alt ediyor. Yani anlatmak istediğim, çoğu spor temalı animelerdeki gibi takım ruhu ve yetenekli genç değil, tamamen zekâ ön planda. Bu bakımdan anime bir hayli başarılı. Yani ben hiçbir spor animesinden böyle zeka oyunları beklemezdim. Fakat her ne kadar ilginç olsa da sonuçta oynanan oyun hep aynı ve animenin ortalarına gelmeye başladığınızda ufaktan sıkılmaya başlıyorsunuz. Bir de benim gibi beyzbol bilginiz sıfıra yakınsa bazı terimleri ve detayları anlayamıyorsunuz. Dolayısıyla izlerken kafanızda soru işaretleri oluşabiliyor. Örneğin neden aynı takıma karşı üç gün üç kez oynuyorlar, adam koşturma nedir, bir atıcının toplamda kaç kez atış hakkı var vs. gibi ufak detaylar kafanızı karıştırabiliyor.

One Outs’un çizimleri gayet başarılı. Anime dünyasına herhangi bir yenilik katmıyorlar ama kullanılan canlı renkler ve efektler başarılı olmuş. Ayrıca Tokuchi saçlarını o hale sokmak için ne kullanıyor, merak etmiyor değilim:) Müzikler ve seslendirmeler de hiç fena değil. Özellikle Tokuchi’nin kendine güveni tam tavırları ve rakibini küçümseyen ses tonu çok başarılı.

Konuyu toparlamak gerekirse; One Outs içerdiği zeka oyunları ile spora farklı bir bakış açısı sunuyor ama dediğim gibi sonuçta her oyunun kuralları vardır ve ne kadar ilginç taktikler kullanılsa da bu kuralların dışına çıkılamaz. Bunun için anime belirli bir saatten sonra sıkıcı olmaya başlıyor. Eğer beyzboldan anlıyorsanız ve zeka oyunlarını seviyorsanız bir bakın derim.

5 Eylül 2011 Pazartesi

Arakawa Under the Bridge

Yönetmen: Akiyuki Shinbo
Stüdyo: Shaft
Tür: Komedi
Yapım Yılı: 2010
Bölüm Sayısı: 13 + 13
Anime Puanı: 10/8.5



Animenin adından da anlaşılacağı üzere olaylar Tokyo’nun adını nehrinden aldığı Arakawa bölgesinde, daha doğrusu Arakawa köprüsünde gelişiyor. Ko Ichinomiya, Japonya’nın en büyük şirketlerinden biri olan Ichinomiya şirketinin tek varisidir. Babasından aldığı eğitim sayesinde “kimseye borçlanmamak” hayat felsefesi haline gelmiştir. Bir gün, Arakawa köprüsünden geçerken haylaz çocuklar Ko’nun pantolonunu çıkararak köprü molozlarından birine asarlar. Ko da pantolonunu geri almaya çalışırken nehre düşer ve tam hayatının sona ereceğini düşünürken uzun sarı saçları olan bir kız onu kurtarır. Dolayısıyla Ko’nun felsefesine aykırı bir şey olur ve Ko adının Nino olduğunu öğrendiği kıza borçlanır. Borçlu olmayı Ko kendisine yediremez ve hemen karşılığını vermek ister. Lakin Nino’nun istediği şeyi tahmin edemez. Nino ondan sevgilisi olmasını ister. Ko, asla borçlu kalmayı istemediği için bunu kabul eder ve o günden itibaren Arakawa köprüsünün altında Nino ile yaşamaya başlar. Ko, köprünün belediye başkanı olduğunu iddia eden “kappa” elbiseli (kurbağaya benziyor) bir adamdan Recruit (kısaca Ric) adını alır ve absürtlüklerle, tuhaflıklarla dolu komik bir yaşama başlamış olur.

Arakawa under the Bridge’nin bağlı olduğu herhangi bir senaryosu yok. Her bölüm farklı bir olay yaşanıyor bu olaylar hiç de öyle sıradan şeyler değil. Öyle ki, köprü sakinlerinin hepsi birbirinden tuhaf ve deyim yerindeyse çılgınca. Zaten animeyi güzelleştiren anlatılan olaylardan çok karakterleri. Karakterleri kısaca tanıtacak olursam;

Ko Ichinomiya: Lakabı Ric olan Ko, animenin en normal karakteri. Gerçi onun da tuhaf alışkanlıkları var ama köprü sakinlerinin yanında normal kalıyor diyebiliriz. Bir kaza sonucu Arakawa köprüsü altında yaşamaya başlar.

Nino: Uzun sarı saçları ve balıkçılıktaki ustalığıyla Nino, kendisinin Venüs gezegeninden geldiğini iddia etmektedir. Ayrıca Ko’nun sevgilisidir.

Belediye Başkanı: Genelde başkan olarak çağırılan kappa elbiseli bu adam kendisinin gerçek bir kappa olduğunu iddia etmekte ve 620 yaşında olduğunu söylemektedir. Başkan olduğu için köprü altında gelişen çoğu olaydan o sorumludur.

Star: Hoshi (yıldız) diye adlandırılan Star, kafasında bir yıldız maskesi ile gezmektedir ve gitar çalmaktadır. Ayrıca Nino’ya aşıktır.

Sister: Sister (rahibe anlamındaki) aslında dev bir adamdır ve köprü altındaki kiliseyi yönetmektedir. Britanyalı ve eski bir asker olan Sister, silahlar konusunda ve hayatta kalmada uzmandır.

Whitey: Japonca beyaz anlamına gelen Shiro olarak adlandırılan bu adam ilk bakışta normal gibi gözükse de, senelerdir sadece beyaz çizgiler üzerinde yürümektedir.

Metal Kardeşler: Tetsuro ve Tetsua adındaki küçük kardeşler gizli bir laboratuardan kaçtıklarını iddia ederler ve bilim adamları onları bulmasın diye metalden maske takarlar.

Stella: Küçük Stella da Britanyalıdır ve Sister’e hayrandır. Fakat onun küçük ve şirin oluşuna aldanmayın. Özellikle Ko onun doğaüstü kuvvetinden çok çekmektedir.

P-Ko: Kırmızı saçlı P-Ko oldukça sakardır ve köprü altında bahçıvanlıkla uğraşmakta ve sebze – meyve yetiştirmektedir. Tabi bir de kappa belediye başkanına aşıktır.

Maria: Pembe saçlı güzel Maria köprü altında hayvancılıkla uğraşmaktadır ve aslında Sister’den bile daha tehlikelidir.

Karakterlerin hepsi elbette bu kadar değil. Son Samuray, gerçek bir erkek olan Billy, kraliçe arı Jacqueline, Amazoness gibi birkaç ilginç karakter daha mevcut. Dediğim gibi animeyi götüren bu karakterler. Bazen öyle komik şeyler yapıyorlar ki kahkahalar ata ata gülüyorsunuz. Arada sırada abartılsa da çoğu olaylar komik ve gülmeden duramıyorsunuz. Özellikle Hokuto no Ken ve Code Geass’taki Lelouch’a yapılan atıflar bir harika.

Arakawa Under The Bridge kaliteli bir komedi ama eksileri de yok değil. Öncelikle başta Nino olmak üzere karakterlerin geçmişlerine değinilseymiş çok güzel olurmuş. Çünkü anime sizi meraklandırıyor ama geçmişleri hakkındaki sorulara pek yanıt vermiyor. Diğer eksisi de sonu. Anime sanki sıradan bir bölümmüş gibi sona erdi ve ben daha makul, tatmin edici bir son beklerdim.

Animenin en büyük artılarından biri de çizimleri. Özellikle karakter çizimleri döktürüyor çünkü kimi zaman karakterler karizmatik olarak karşımıza çıkıyor, bazen chibi oluyorlar, gözleri büyüyor, bazen sert oluyorlar, bishonen olarak karşımıza çıkıyorlar ve daha niceleri. Karakterleri farklı farklı yansıtmak ve bu işte başarılı olmak gerçekten kolay bir iş değil. Çünkü ilginçlik yapacağım diye çoğu animede karakterler abuk sabuk, kılıktan kılığa giriyor. Burada ise dediğim gibi on numaralar. Müzikleri ise çizimleri kadar iyi olmasa da fena değiller. Anime iki sezondan oluştuğu için iki açılış ve kapanışı var.

Sonuç olarak Arakawa Under the Bridge’nin sağlam bir senaryosu yok ve durum komedisi ile her bölüm farklı olaylar yaşatarak insanı çok iyi eğlendiriyor. Eğer iyi bir komedi arıyorsanız bu animeyi gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.

23 Ağustos 2011 Salı

Seikimatsu Occult Academy

Yönetmen: Tomohiko İto
Stüdyo: A-1 Pictures
Tür: Gerilim, Komedi
Yapım Yılı: 2010
Bölüm Sayısı: 13
Anime Puanı: 10/8



Yıl 2012’dir ve dünya başka boyutlardan gelen uzaylıların kontrolü altındadır. Bir zaman gezgini olan Fumiaki, 21 Temmuz 1999 yılında açılan boyut kapısını engellemek için geçmişe gönderilir. Boyut kapısının açılmasını engellemenin tek yolu Nostradamus’un anahtarı adı verilen nesneyi yok etmektir. Diğer yandan 1999 yılında Waldstein Akademisi’nin (okültizm ile ilgilendiği için okula Okült Akademisi lakabı takılmıştır) müdürü vefat eder. Müdürün kızı olan Maya, Waldstein Akademisi’ne geri döner ve yeni müdür olur. Maya, eskiden sevdiği okültizmden artık nefret etmektedir ve akademiyi de yerle bir etmek istemektedir. Fakat akademiyi yok etme planları gökten inen Fumiaki ile sekteye uğrar. Fumiaki, Maya’ya olan biteni anlatır ve ikisi beraber 21 Temmuz 1999 günü gelmeden Nostradamus’un anahtarını aramaya başlar.

Seikimatsu Occult Acedemy’nin konusu kadar içeriği de ilginç. Anime UFO’lardan hayaletlere, poltergeistlardan tengulara, ruh çağırma seansları gibi bolca doğaüstü içeriğe sahip. Ayrıca izlerken insan hiç sıkılmıyor. Anime içerisinde hem gerilim, kan gibi unsurlar barındırırken özellikle Fumiaki’nin sırtından çok güzel komedi de yapıyor. Animenin tek beğenmediğim yanı sonu. Son olaylar benim pek hoşuma gitmedi, daha doğrusu abartılı buldum ve buradan açıklarsam spoiler olur diye yazmıyorum ama birtakım mantıksızlıklarda var. Fakat genelde anime içerik olarak iyi ve dediğim gibi kendisini izlettiriyor.

Animenin çizimleri çok güzel. Özellikle Maya’nın kendine has göz çizimleri çok hoşuma gitti. Diğer karakterler normal anime çizimlerine sahipken Maya çok daha hoş çizimlerle karşımıza çıkıyor. JK adlı karakter ise keşke olmasaymış. Adam gerçekten çok itici ve kötü duruyor. Müzikleri ise ne iyi ne köyü, orta şeker kıvamında. Fakat kapanışta kullanılan gerçek karakterleri pek beğenmedim. Bana çok tuhaf geldi.

Kısacası Seikimatsu Occult Academy kısa ve eğlenceli bir yapım. Başta doğaüstü olayları sevenler olmak üzere herkese tavsiye edebilirim.

16 Ağustos 2011 Salı

Togainu no Chi

Yönetmen: Naoyuki Konno
Stüdyo: A-1 Pictures
Tür: Aksiyon, Dövüş
Yapım Yılı: 2010
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/3.5



The Third Division adı verilen üçüncü dünya savaşından sonra Japonya ikiye ayrılmıştır. Savaştan birkaç yıl sonraVishio adındaki örgüt ayrılan bölgelerden biri olan Toshima’yı (eski Tokyo) kontrolü altına alır. Burada Igra adında, ölümüe dövüşler düzenlenmektedir.

Togainu no Chi’nin kahramanının adı Akira. Kendisi bir dövüş turnuvası olan Bl@ster’in Lost lakaplı yenilmez dövüşçüsüdür. Günün birinde cinayetle suçlanır ve ikiye ayrılan Japonya’da her cinayetin suçu müebbet hapistir. Fakat Emma adında bir kadın çıkagelir ve Akira’ya reddedemeyeceği bir teklif yapar. Buna göre Akira geyler şehrine, pardon Toshima’ya gidecek, Igra turnuvasını katılıp en tepeye yükselecek Il Re adındaki şehrin liderini yok edecektir.

Animenin konusu oldukça basit. Cinayetle suçlanan bir adam başka bir yere yollanır ve özgürlüğü karşılığında kötü adamı yenmesi istenir. İyi, tamam da Japonya savaştan sonra neden ikiye ayrılmıştır, neden etraf gey, pardon psikopat serseriler dolaşmaktadır kimse bilmiyor. Diğer tarafta insanlar normal yaşarken yüz metre ötede düzine düzine insan ölüyor. Konu bakımından animenin tek çekiciliği Il Re kimdir ve ne zaman çıkacak diye merak ettirmesi. Bunun dışında hiçbir özelliği yok. Ayrıca belki iki kez tabir etmemden anlamışsınızdır, tüm Toshima gey. Akira’nın arkadaşı Keisuke gey, Rin adındaki karakter gey, Arbitro zaten baş gey (oğlan köpecikleri var), anlayacağınız tüm güzel oğlanlar burada. Ha, birde herkes kan yalıyor. Kılıçtan veya yüzden, hiç fark etmiyor:) Togainu no Chi’nin sadece iki artısı var. Birincisi dövüş sahneleri fena değil. İkincisi de müzikleri güzel. Bunun dışında bahsettiğim gibi anime gey.

Togainu no Chi’nin çizimleri güzel. Sadece bazı kan efektlerini beğenmedin. Ekran karanlıkken kıpkırmızı kanlar biraz amatörce duruyor. Müzikleri ise animenin çok az olan iyi yönlerinden en iyi. Açılışı hiç fena değil ve 12 bölüm boyunca farklı kapanış müzikleri kullanılmış.

Sonuç olarak bu geyler karşıma nereden ve nasıl çıktı bilemem ama Togainu no Chi izlediğim en berbat animelerden biri. İçinde hiçbir özellik, hiçbir çekicilik bulundurmuyor ve benim tavsiyem şiddetle uzak durmanız.

14 Ağustos 2011 Pazar

Real Drive

Yönetmen: Kazuhiro Furuhashi
Stüdyo: Production I.G.
Tür: Bilimkurgu
Yapım Yılı: 2008
Bölüm Sayısı: 26
Anime Puanı: 10/5



Real Drive, 2061 yılında geçiyor. Teknolojide büyük atılımlar yapılmıştır ve artık isteyen herkes beynini “digitize” edebiliyor, yani dijitalleştirebilmektedir. Böylece sadece düşünerek insanları telefonla arayabilir, birbirleri ile sanal temas kurabilir, internet benzeri sanal ortamlara akabilmektedir. Bu dev dijital platformun güvenliğinden ise Meta Real Network (Metal) adlı ağ sorumludur. Metal’in bu dijital ortamda rolü çok büyüktür çünkü kendilerini sanallığa fazla kaptıran, hatta beyni dijital ortamda sıkışıp kalan insanlar bile mevcuttur. Onları koruyup kollamak Metal’in görevidir. Ayrıca gerçek dünyada, özellikle denizde yaşanan bazı fenomen olaylar beyni dijitalleştiren insanları etkilemekte, elektronik ortamları bozmaktadır. Eksi bir yüzücü olan metal yüzücü Haru Masamichi, yardımcısı Aoi Minamo ile Metal’in gizemini araştırmakta ve insanlar ile aralarındaki bağlara tanıklık etmektedirler.

Real Drive’ın konusu göründüğünden de daha karışık. İlk bölümlerde Metal’in ne olduğu tam anlatılamıyor ve ancak birkaç bölüm sonra olayı anlayabiliyorsunuz. Senaryonun en büyük eksiği ise herhangi bir çekiciliğinin olmaması. Real Drive’da her bölüm farklı bir konu ele alınsa da sizi ekrana bağlamıyor ve karmaşık ortamdan sıkılabiliyorsunuz. Ayrıca baş karakteri olan dede de zayıf bir karakter. Anime çoğunlukla Minamo’nun sırtından geçiniyor ve dediğim gibi anime kötü olmasa da izlenebilirliği de pek yok. Metal dünyası ve özellikle bu dijital ortamın dev bir denize benzetilmiş olmasını ben pek beğenemedim.

Animenin çizimleri fena değil ama sıfır bedeni protesto ediyor olsa gerek çünkü Real Drive’in tüm bayanları balık etli, tombul suratlı ve kalın baldırlı. Hatta android Holon bile bu şekilde. Cidden ilginç:) Müzikleri ise normal, ne iyiler ne de kötüler. Seriye gitmiş ama vasatlar işte.

Özetle Real Drive kötü bir anime değil ama on kişiden yedisine hitap etmeyen bir anime ve ben de o yedi kişiden biriyim. Size bu animeyi önermem ama sakın izlemeyin de demem. Siz en iyisi Real Drive’dan önce diğer alternatiflerinizi bir gözden geçirin.