25 Eylül 2010 Cumartesi

Origin – Spirits of the Past

Yönetmen: Keiichi Sugiyama
Stüdyo: Gonzo
Tür: Macera, Dram
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/8



Orijinal adıyla Gin-iro no kami no Agito, Agito ve Toola’nın birbirleri ile tanıştıktan sonra yaşadıkları macerayı anlatıyor. Hikâye, zaman dilimi olarak yaklaşık 300 yıl gelecekte geçiyor. Bundan 300 yıl önce Ay üssünde ağaçlar üzerinde genetik deneyler yapılmaktadır. Amaç, bitkilerin genetikleri ile oynayarak her türlü ortamda rahatça yetişmelerini sağlamaktır. Fakat deney ters gider ve Ay üssünde bulunan ağaçlar bilinç kazanarak dünyaya saldırır ve bir nevi kıyamet yaşanır. Dünya üzerindeki nüfusun yarısından fazlası yok olur ve medeniyet “orman”ın kontrolü altında girer. Dünya üzerinin çoğu ormanlarla kaplanır ve tüm su kaynakları ormanın kontrolü altına girer. İşte konu da bu olayların 300 yıl sonrasında başlıyor. Agito’nun babası tarafından kurulan birçok insanın yaşadığı Tarafsız Şehir, orman ve askeri bir ülke olan Ragna arasında köprü vazifesi kurmaktadır. Tarafsız Şehir de barış hüküm sürmektedir ve ne Ragna buraya saldırmaktadır ne de orman bir şey yapmaktadır. Orman, Tarafsız Şehir’e su bile vermektedir. Agito da günün birinde başka Tarafsız Şehirler inşa etmenin hayalini kurmaktadır. Günlerden birinde Agito ve arkadaşı Cain, su kaynağına ilk kim ulaşacak diye yarış yaparlar. Bu yarışın sonunda ormanın koruyucuları Zruids’ler rahatsız olur ve Agito akıntıya kapılarak sürüklenmeye başlar. Akıntı, Agito’yu devasa kutu şeklindeki bir objeye sürükler. Bu obje aslında kapsül gibi bir şeydir ve içi insan doludur. Fakat bir kişininki hariç diğer tüm insanların kapsülleri hasar gördüğü için ölmüşlerdir. Sağlam kapsüle sahip olan tek kişi Toola’dır ve Toola geçmişten, yani 300 yıl öncesindendir. Agito, Toola’ya yardım eder ve büyük bir maceranın temelleri atılır. Çünkü hem orman hem de Ragna uygarlığı, Toola’yı istemektedir.

Aslında Spirits of the Past’ın konusu tam bir klasik. Dünya yok oluyor ve hayatta kalan bir avuç insan zorlu şartlar altında hayatta kalmaya çalışıyor vs. vs. Fakat bu sefer dünyayı yok eden (elbette insanoğlunun parmağı da var) orman. Çoğu animelerde kutsal olan, barışçıl olan, hatta tanrı mertebesinde bile olan orman, Spirits of the Past’ta karşımıza bambaşka çıkıyor. İlk defa ormanın insanlar için tehlike oluşturduğunu gördüm ve söylemeliyim ki, hiç fena da olmamış. Ragna uygarlığının ormanı yok etmek istemesi, suyun ormanın kontrolü altında olması, Tarafsız Şehir’in barışı sürdürmek için uğraş vermesi gibi unsurlar çok güzel işlenmiş ve ortaya gayet sağlam bir yapım çıkmış.

Görsel olarak anime genel olarak iyi ama beğenmediğim tarafları da mevcut. Film esnasında özellikle hareketli sahnelerde üç boyutlu efektler kullanılmış ve açıkçası bu efektler çok kaba duruyor. Mesela daha başlarda Agito akıntıda sürükleniyor ve akıntı gerçek su gibi duruyor. Durum böyle olunca üzerindeki Agiyo ise kağıt gibi kalmış. Veya başka bir yerde askeri araçlar ilerlerken görüntü üç boyutlu oluyor ve sanki 1999 yapımı bir oyunun ara sahnesini izliyormuş gibi hissediyorsunuz. Müzikleri ise çok daha başarılı. Özellikle animenin başında ve sonunda çalan parça ilginç ve güzel.

Sonuç olarak Origin – Spirits of the Past, hikaye olarak yeni bir şey vaat etmiyor ama işlenişi ve atmosferi bakımından güzel bir anime filmi ve her zaman iyi kalpli olan ormanı kendi çıkarlarını düşünen bir varlık olarak görmek gerçekten ilgi çekici. Yani bir göz atın derim.

24 Eylül 2010 Cuma

Special A

Yönetmen: Yoshikazu Miyao
Stüdyo: Gonzo
Tür: Komedi, Okul
Yapım Yılı: 2008
Bölüm Sayısı: 24
Anime Puanı: 10/5.5



Konuya geçmeden önce Special A nedir, kısaca bir bahsetmek istiyorum. Animenin geçtiği yerin en iyi okulu olan Hakusen Akademisi, zenginlerin ve çok zekilerin gittiği bir okuldur. Bu okulda sınıflar ortalamalara göre E sınıfından A sınıfına doğru sıralanmıştır. Fakat bir de A sınıfının üstünde en zeki yedi öğrencinin gittiği Special A sınıfı vardır. Bu sınıfın kendine ait binası, imkânları, bahçesi, kısacası her şeyi vardır. Bu sınıfa giden öğrencilerin derslere katılma zorunluluğu yoktur ve üniformaları da diğer öğrencilerinkinden farklıdır.

Special A’nın kahramanının adı Hikaru. Kendisi orta halli bir ailenin ikinci çocuğudur ve küçüklüğünden bu yana babası ile beraber profesyonel güreşe (daha doğrusu Amerikan güreşine) çok meraklıdırlar. Günün birinde, Hikaru daha küçükken babası onu Kei Takashima ile tanıştırır. Hikaru’ya göre güreşte kendisinden daha iyisi yoktur fakat ilk denemesinde Takashima’ya yenilir. Böylelikle Hikaru ile Takashima arasında yıllar sürecek bir çekişme başlar. Hikaru, Takashima’ya her konuda meydan okur. Derslerden tutun her türlü spor dalına kadar, her şeyde Takashima üstün gelir. Nitekim Takashima, Hakusen Akademisi’ne gider ve Hikaru’da onu takip ederek en zenginlerin gittiği okula girmeyi başarır. Fakat çekişme orada da devam eder. Çünkü Takahima bir numaradır ve Hikaru iki numaradır.

Special A’nın konusu anlayacağınız üzere “elit” kesimde geçiyor ve iki liselisin komik maceralarını anlatıyor. Special A’nın üstün zekalı yedi öğrencisini sizlere tanıtacak olursam;

Kei Takashima: Bahsettiğim gibi Takashima sınıfının ve okulunun bir numarası. Bu adamda her şey mevcut. Beyin, yakışıklılık, kas gücü, spor yeteneği, kısacası her şey var. Gerektiğinde ağaçların tepesine zıplayabilir, yüz metreyi bir saniyede koşabilir veya babasının şirketini boş zamanında yönetebiliyor.

Hikaru Hanazono: Güzel kızımız Hikaru ise animenin bayan başkarakteri. Takashima ile sürekli bir çekişme (ama centilmence) içindedir ve her konuda ona meydan okumaktan çekinmez. Bunun dışında yufka yüreklidir ve arkadaşlarına düşkündür. Okulun daimi iki numarasıdır.

Jun Yamamoto: Jun, üçüncü sıradadır ve “gay” bir kişiliğe sahiptir. Çünkü sürekli Ryuu ile takılmak ister ve bunu ileri götürerek koluna girmeler, kucağında uyumalar, onu başkalarından kıskanmalar gibi tavırlar sergiler. Bunun dışında iyi ve sessiz bir çocuktur.

Megumi Yamamoto: Megumi, Jun’un ikiz kız kardeşidir ve aynı özellikler onun için de geçerlidir. Megumi de Ryuu’nun peşinden ayrılmaz fakat bu onun için normal olsa gerek. Kendisi dördüncü sıradadır ve sesini yormamak için sürekli kağıda yazarak kendisini ifade etmektedir.

Tadashi Karino: Tadashi, animedeki belki de en normal karakter. Kafasına eseni yapmaya bayılır ve yemek düşkünüdür. Sıralaması beştir.

Akira Toudou: Akira altıncı sıradadır ve yemek yapmayı, özellikle kek ve çay konusunda ustadır. Ayrıca lezbiyendir de. Çünkü Hikaru’ya biraz fazla düşkündür ve “Benim Hikaru’m” gibi laflar ediyorsa bu işte bir iş vardır.

Ryuu Tsuji: İkizlerin yapıştığı meşhur Ryuu yedinci sıradadır. Kendisi uzun boyludur ve hayvan beslemektedir. Sincaptan aslana kadar okulda her türlü hayvana şefkat göstermektedir ve ikizler bu hayvanları çook kıskanmaktadır.

Gördüğünüz gibi Special A, birbirinden ilginç karakterlere sahip. Bu karakterlerin çizimleri de bir o kadar ilginç ve bu benim hiç hoşuma gitmedi. Karakterler sanki çöp adamın üzerine elbise giydirilmiş gibiler. İpince vücutlarına eklenmiş olan kocaman gözlü kafaları ile tuhaf duruyorlar. Ayrıca Special A’da asla çirkin karakter göremezsiniz. Özellikle bütün erkekler çok güzel. (Yakışıklı demiyorum, güzel diyorum) Erkekleri öyle bir çizmişler ki, hal ve tavırları da eklenince her beş erkekten ikisi gay gibi davranıyor. Hatta yemin ediyorum, bir tanesini ilk kez gördüğümde kız sanmıştım ama erkekmiş:) Hele bir de Takashima’nın babası var ki, etkisinden kurtulmam herhalde zaman alacak. Adam 36 yaşında ama bebek yüzü ile Takashima’dan çok daha genç duruyor ve kız gibi hareket ediyor. Sanırsam bu adam da gay.

Special A’nın bence en büyük eksiği ruhu olmaması. Tamam, her bölüm üç – beş komik olay oluyor ama animenin bir bağlayıcılığı, etkileme unsuru, yani sizleri ekrana kilitleyen bir tarafı yok. Her bölüm gerçek hayatta karşılığı olmayan bilimkurgu karakterleri bazen doğaüstüne kaçan komik olaylar yaşıyor ve siz de bunları boş gözlerle izliyorsunuz. İzlerken gözünüz, başka bir yere rahatça takılabiliyor, saate bakabiliyor, bölüm bittikten sonra ne yapacağınızı dahi düşünebiliyorsunuz. Anime ile empati kuramıyorsunuz. Umarım ne demek istediğimi anlatabilmişimdir. Kısaca müziklere de değineyim; benim tarzım değiller ama Special A tarzındaki bir anime için fazla abartılı veya kötü de değiller.

Özetle Special A, benim nefret ettiğim, iğrendiğim ismi anılmaması gereken animenin (Yok, Lord Voldermort değil, Ouran Host zıkkımı) biraz daha yumuşatılmış ve adama benzemiş hali. Eğer “o” animeyi sevdiyseniz Special A’yı da muhakkak seversiniz. Şahsen ben 12. bölümden sonra sıkıldığım için bıraktım ve benim tavsiyem, eğer komedili, okullu bir anime arıyorsanız Special A son tercihiniz olsun. Bu arada, ilk kez bir yazımda bu kadar çok gay kelimesini kullandım. Abartmıyorum ama, gerçekten öyleler:)

20 Eylül 2010 Pazartesi

Phantom: Requiem for the Phantom

Yönetmen: Koichi Mashimo
Stüdyo: Bee Train
Tür: Aksiyon, Dram
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: 26
Anime Puanı: 10/7.5



Phantom: Requiem for the Phantom, liseye giden Japon bir genç etrafında dönüyor. Bu genç Japonya’dan Amerika’ya tatile gelmiştir fakat başına en olmadık şey gelir. Inferno adında tüm Amerika’yı kasıp kavuran bir mafya örgütünün “Phantom” lakaplı tetikçisi aldığı görev üzere birisini öldürür ve Japon genç buna şahit olur. Inferno’nun talimatlarına göre asla görgü tanığı bırakılmamalıdır ve dolayısıyla üstün yetenekli Phantom, gencin peşine düşer. Lakin bu genç, Phantom’dan birkaç gün kaçmayı başarır ve bu yüzden Phantom’un yaratıcısı Scythe Master, genci Phantom’un da geçtiği eğitimden geçirmek ister. Sadece tatil yapmak isteyen Japon gencin ilk önce hafızası silinir ve Phantom’un, örgüt içindeki adı ile Ein’ın (Almancada bir demek) yanına eğitilmek üzere verilir. Bundan sonraki adı da Zwei (Almancada iki demek) olur. Zwei’ın kafası ilk başta çok karışıktır. Ein ona eğer yaşamak istiyorsa bundan sonra öldürmelisin der ve Zwei sıkı bir kondisyon ve silah eğitiminden geçir. Çok geçmeden Zwei, Ein’ın iki senede tamamladığı eğitimi yaklaşık üç ayda tamamlar ve üstün bir suikastçıya dönüşür. Bundan sonra Ein ve Zwei, Inferno’nun korku salan ikilisidir fakat karşılarında uzun ve karmaşık bir yol vardır.

Requiem for the Phantom’un konusu oldukça ilginç ve karanlık, entrikalarla dolu bir atmosfere sahip. Senaryo öyle bir ilerliyor ki, ne zaman ne olacağını kestirmeniz çok zor. Ayrıca birkaç bölüm sonrası yaşanan kırılma noktaları da animeyi gayet akıcı ve izlenir kılıyor. Bunlara artı olarak kurnazlıkla işlenen mafya çatışmaları, Ein ve Zwei’ın “hayatta kalmak” adına yaptıkları eklenince ortaya zevkine doyulamayan bir yapım çıkıveriyor.

Her ne kadar konusu iyi olursa olsun, maalesef animeye gölge düşüren şeylerin sayısı bir hayli fazla. Öncelikle karakterleri hiç beğenmedim. Bir kere liseli çocukların eline silah vermeleri böyle karanlık ortamlı bir anime için bence çok saçma. Liseli küçük Ein ve Zwei’ın yerine daha olgun ve karizmatik karakterler kullanılsaydı bence anime on numara olurdu. (Bundan sonrası biraz spoiler içeriyor) Böyle güzel bir senaryo için seçilen hiçbir karakter hoşuma gitmedi. Öncelikle Ein çoğu bölüm beni sinir etmeyi çok iyi başardı. Zwei buna gel kaçalım, geçmişini bulalım gibi şeyler derken Ein’ın tepkisi sürekli yok ben gidemem, benim işim öldürmek, benim geçmişim olamaz, ben Ein’ım, yerim Scythe Master’ın yanı gibi şeyler söylüyor ve insanı gıcık eden davranışlarda bulunuyor. Sapık Master’a, pardon Scythe Master’a gelirsek; kendisi belki animenin en kurnaz ve zeki karakteri fakat sapık. Adam elinde sürekli bebek yağı ile gezinip Ein’ı yağlıyor. Ondan sonra Inferno’nun başındaki adam sanırsam gay. Çünkü McGuire Efendi sürekli jakuzide veya bornozu ile bacaklarına zoom girerek gösteriliyor Zaten giyinik hali de pek normal değil. Elbiselerini Monte Cristo Kontu’ndan alıyor olsa gerek. Inferno’nun bir diğer önemli bayan elemanı Claudia McCunnen ise en normal karakter idi anime sonuna kadar. Gelelim favori elemanın Cal’a. Zaten şirin Cal çıktıktan sonra seri affedersiniz ama iyice sapıtıyor. Kısaca anlatacak olursam; Zwei seriye başladığında liseye giden bir öğrenciydi. Yani aşağı yukarı 16 yaşında. Zwei, Cal ile tanıştığında aradan bir sene geçmiş oluyor, yani 17 yaşına geliyor. Cal ise 13 – 14 yaşlarında bir kız. Alttaki resimden de görebilirsiniz. Bölümler ilerledikçe bazı olaylar yaşanıyor ve Zwei ile Cal ayrı düşüyor. Ardından ise iki sene geçiyor. Yani Zwei’ın 19 ve Cal’ın da 15 – 16 yaşlarında olması lazım. Fakat gel görün ki, kocaman gözlü şirin Cal karşımıza 25 yaşındaymış gibi kocaman göğüslü, kocaman kalçalı, boyu Zwei’ı bile geçmiş bir kadın olarak çıkıyor. Herhalde hormonla beslenmiş olsa gerek. Bizim Ein ile Zwei ise maşallah yerinde sayıyor. Hatta yirmili yaşlarına gelen bu ikili “undercover” olarak yaşamak için liseye bile gidiyorlar. İzleyen de doğal olarak pes artık diyor. Bu kadar uzun yazdım ama kısaca demek istediğim özellikle baş karakterler bu animeye hiç ama hiç uymamış.

Phantom: Requiem for the Phantom’un çizimleri ve müzikleri ise gayet başarılı. Özellikle müzikleri çok güzel fakat ilk ending ve ikinci opening parçası çok uyduruk. Böyle dram kokan ve atmosferi karanlık bir anime için çok fazla oynak ve hareketliler. Çizimleri içinse diyecek hiçbir sözüm yok. Gayet başarılı.

Sonuç olarak Phantom: Requiem for the Phantom’un neredeyse mükemmel bir senaryoya sahip fakat yanlış karakter seçimleri animeye bayağı bir gölge düşürüyor. Ama yine de sürpriz sonu ve sürükleyiciliği ile izlemenizi öneririm.

14 Eylül 2010 Salı

Whisper of the Heart

Yönetmen: Yoshifumi Kondo
Stüdyo: Studio Ghibli
Tür: Romantizm, Dram
Yapım Yılı: 1995
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/7



Whisper of the Heart, orijinal adıyla Mimi wo Sumeseba veya Türkçesi ile Yüreğin Sesi, Studio Ghibli çatısı altında Hayao Miyazaki tarafından yönetilmeyen nadir yapımlardan biri. Filmin yönetmen koltuğunda Yoshifumi Kondo oturuyor ve Miyazaki bu yapımda sadece çizimlerde katkıda bulunmuş. Ve açıkçası Whisper of the Heart’ın başında Miyazaki’nin olmaması, yokluğunu bayağı bir hissettiriyor.

Shizuku Tsukishima, liseye giden ve Tokyo’da yaşayan mütevazı bir ailenin küçük kızıdır. Babası kütüphanede çalıştığından Shizuku da boş zamanlarını sürekli kütüphanede geçirmektedir ve kitapları gerçekten çok sevmektedir. Günün birinde kütüphaneden aldığı her kitabın kendisinden önce Seiji Amasawa adlı birisi tarafından kiralandığını görür. Doğal olarak Shizuku, Amasawa’yı çok merak eder. Hatta sürekli onu düşünemeden edemez. Birkaç gün sonra Shizuku metroda şişman bir kediye rastlar ve onu gittiği yere kadar takip eder. Shizuku kendisini hiç bilmediği ama çok hoşuna gittiği bir mahallede bulur ve kedinin burada bir dükkâna girdiğini görür. Shizuku da dükkâna girer ve inanılmaz derecede güzel antik eşyalarla karşılaşır. Burada onu sıcak ve samimi bir yaşlı adam karşılar. Shizuku henüz bilmemektedir ama bu adam Seiji Amasawa’nın dedesidir ve Shizuku, Seiji ile tanışmaya bir adım daha yaklaşmıştır.

Başta görsellik bakımından ve müzikleri ile Whisper of the Heart eski olmasına rağmen çok güzel bir anime. Zaten rengârenk çizimleri ve müthiş manzara konseptleri ile Miyazaki’nin parmağı her yerde belli oluyor. Fakat senaryo ve atmosfer için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Öncelikle senaryonun akışı çok ağır ve yavaş. Diğer alışılan Ghibli yapımlarında gördüğümüz fantastik öğeler bu animede yok. Yani tamamen sıradan bir kızın romantizm ve ilginçliklerle dolu hayatını izliyoruz. Fakat dediğim gibi atmosferin sürekli düşük olması insanı bir müddet sonra sıkabiliyor ve izlerken konsantrasyonunuz dağılabiliyor.

Sonuç olarak Whisper of the Heart fena bir anime değil ama diğer Ghibli yapımlarının yanında çok sönük kalıyor. Oysa içeriği çok daha ilgi çekici olabilirdi. Fakat sadece çizimleri için bile bir göz atılabilir.

10 Eylül 2010 Cuma

Saki

Yönetmen: Manabu Ono
Stüdyo: Gonzo
Tür: Okul, Spor
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: 25
Anime Puanı: 10/5



Sakli adlı anime, kökeni Çin’den gelen ve söylenenlere göre milattan önce 500’lü yıllarda meydana çıkmış olan “Mahjong” adlı oynayan kızları konu alıyor.

Saki Miyanaga liseye yeni geçmiştir ve Mahjong’dan nefret etmektedir. Bunun sebebi ise ailesiyle oynadığında sürekli kazanması ve ailesinin buna kızmasıymış. Saki de kendince bir çözüm yolu bulmuş ve sürekli artı – eksi sıfır puan alarak ney kazanıyordur, ne de kaybediyordur. Liseye geçtikten sonra ise Saki’nin ortaokuldan arkadaşı Kyotaro onu okulun mahjong kulübü ile tanıştırır. Kulübün başkanı Saki’nin yeteneğini hemen fark eder. Çünkü sürekli artı – eksi sıfır puan almak kazanmaktan bile zordur. Nitekim Saki kulübe katılmaya ikna olur ve edindiği yeni arkadaşları ile mahjong okullar arası turnuvasına katılır.

Saki, tamamen mahjong’a odaklanmış bir anime ve eğer benim gibi bu oyundan zerre anlamıyorsanız çok sıkılırsınız. Ayrıca ben daha çok insan ilişkileri veya okul yaşamı üzerinde duran bir anime bekliyordum ama Saki’de varsa yoksa mahjong. Bir de epey abartmamışlar. Yok, taş alırken şimşek çakması, etrafın kararması, kızın sırtından kanat vs. çıkması animeden beni iyice soğuttu. Tabi olan biteni de benim gibi anlamıyorsanız ortaya size göre saçma sapan şeyler çıkabiliyor. Son olarak, Japon’ların lise futbolundan ve basketbolundan sonra mahjong’un da böyle dünya kupası izlermiş gibi izlenmesini tuhaf buldum. Hele karakterleri de ilah gibi göstermiyorlar mı… Alt tarafı biraz daha ayrıntılı okey oynuyorlar:)

Çizimleri bakımından Saki, klasik bildiğiniz animelerden. Yüzleri aynı olan kızlar, kocaman gözler, kocaman göğüsler, rengârenk saçlar, cins sesleri ve tuhaf hareketleri ile sıradan ve gerçek dışı. Müziklerini de pek beğenmedim.

Sonuç olarak eğer mahjong’a ilginiz varsa bakın derim ama animede biraz Beyblade havasının olduğunu da aklınızdan çıkarmayın. Benim gibi bu oyunun sadece adını biliyorsanız uzak durun derim.

5 Eylül 2010 Pazar

The Girl Who Leapt Through Time

Yönetmen: Mamoru Hosada
Stüdyo: Madhouse Studios
Tür: Dram, Romantizm, Bilimkurgu
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/7



The Girl Who Leapt Through Time, orijinal adı ile Toki Wo Kakeru Shoujo, 1972 tarihinde yazılan ve yazarı Yasutaka Tsutsui olan aynı adlı romandan uyarlanan, daha doğrusu yaklaşık yirmi yıl sonrasını konu alan bir anime filmi.

Makoto Konno, en iyi arkdaşları Chiaki ve Kosuke ile sıradan bir lisede okuyan tamamen sıradan bir kızdır. Yaşadığı kötü bir günün ardından okuldan eve dönerken, bayır aşağı yolda bisikletinin freni patlar ve tam da trenin altında kalacağı sırada garip bir şey olur. Makoto zamanda geri sıçrar. Makoto şaşkınlık içerisinde yaşadıklarını “cadı” lakaplı teyzesi Kanako’ya (orijinal romanın kahramanı) anlatır. Kanako, Makoto’ya zamanda sıçradığını açıklar. Makoto ise zamanda sıçrama olayına ilk başta inanmaz fakat merakına yenik düşerek denemelerde bulunmaya başlar. Sonuçta Makoto zamanda sıçramaya alışır ve yaşadığı kötü şeyleri geri alarak iyileri ile değiştirir. Fakat farkında olmasa da bu birilerine zarar vermektedir ve lehine çevirdiği küçük şeyler gelecekte ona üzüntü ve sıkındı olarak geri döner.

The Girl Who Leapt Through Time yaklaşık 96 dakika sürüyor ve film boyunca Makoto’nun zamanda sıçrayarak geçmişi defalarca değiştirmesine tanıklık ediyoruz. Fakat açıkçası ilginç içeriğine rağmen anime beni pek sarmadı ve bazı yerlerinde sıkılmadım desem yalan olur. Animenin en güzel yanı ise insan ilişkileri ve Makoto’nun bunları zamanda sıçrayarak her defasında farklı hale getirmesi. Animenin finali de oldukça duygusal ve güzel, daha doğrusu tatmin edici bir sonla bitiyor. Yani anime için inişli çıkışlı sahnelere sahip diyebilirim.

Görsellik bakımından ise The Girl Who Leapt Through Time anime serilerine nazaran daha gerçekçi çizimlere sahip fakat bana biraz soluk geldiler. Seslendirmeler ise çok başarılı ve karakterler gerçekten gündelik hayata uygun. Yani demek istediğim yapmacık değiller.

Özetle The Girl Who Leapt Through Time, birçok anime ödülleri töreninde birçok ödül alsa da benim gözümde sıradan bir animeden öteye geçemedi. Bence daha ilginç olabilirmiş ama yine de güzel bir anime filmi.

3 Eylül 2010 Cuma

Fullmetal Alchemist: Brotherhood

Yönetmen: Yasuhiro Irie
Stüdyo: Bones
Tür: Macera, Dram, Doğaüstü Güçler
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: 64
Anime Puanı: 10/9



Fullmetal Alchemist: Brotherhood, yaklaşık 16. ve 17. bölüme kadar ilk seri ile paralel ilerliyor ve bu bölümlerden sonra orijinal mangasına sadık kalarak bambaşka ilerlemeye devam ediyor. Elbette senaryo aynı ama karşımızda bu sefer bambaşka bir seri, farklı karakterler ve akla hayale sığmayacak olaylar mevcut.

Fullmetal Alchemist, hikâye olarak 1900’lü yılların başında geçiyor. Bilimden ziyade Alchemy, yani simya oldukça gelişmiştir ve kendilerine simyacı adı verilen insanlar belirli malzemelerden belirli şeyler yaratabilmektedir. Mesela tahta parçaları kullanılarak bir radyo oluşturulabilir veya aynı şekilde bir radyo odun parçalarına dönüştürülebilmektedir. Fakat simya yapabilmek için belirli kurallar ve yasaklar vardır. Öncelikle bir simyacı simya yapabilmek için simya çemberine ihtiyaç duymaktadır. Herhangi bir kalem veya tebeşir kullanarak genelde yere çizilen çemberin ortasına simya için gerekli malzemeler yerleştirilir. Simyadaki en önemli kural ise eşit takastır. Yani simya gerçekleştirirken elde etmek istediğiniz şeye karşılık simya çemberine onun karşılığını koymanız gerekmektedir. Ayrıca simyada herhangi bir nesne altına dönüştürülememektedir. Son olarak en büyük kural ve yasaklardan birisi de insan simyasıdır. Ölen bir insan asla geri getirilmemelidir, çünkü bir can için eşit değerde takas edilebilecek bir şey yoktur. Eğer bir simyacı ölen bir insanı geri getirmeye çalışırsa ortaya kendi ölümü, hatta daha kötü şeyler çıkabilmektedir. Fullmetal Alchemist: Brotherhood, simyanın bol kullanıldığı bu dünyada geçmektedir ve bizlere Edward ile Alphonse Elric kardeşlerin macerasını anlatmaktadır.

Edward ve küçük kardeşi Alphonse Elric, Resembol adında küçük ama şirin bir köy kasabasında yaşamaktadırlar. Babaları Hohenheim onları çok küçük bir yaşta terk etmiştir ve ondan bir daha asla haber alınamamıştır. Birkaç sene sonra ise, Edward 10, kardeşi Al 9 yaşında iken anneleri Trisha Elric amansız bir hastalık yüzünden vefat eder. Edward bu durumu içine sindiremez ve simya kullanarak annesini geri getirmek ister. Yasak olduğunu bildiği halde Edward ve Al insan simyasını gerçekleştirirler ve sonuç çok kötü olur. Yaratıkları şey annelerinden ziyade et ve kemikten oluşan iğrenç bir şeydir ve üstelik takas olarak Edward sol bacağını ve Alphonse tüm vücudunu kaybeder. Edward umutsuz bir durumda sağ kolunu feda ederek Alphonse’nin ruhunu son anda tesadüfen bulundukları odada bulunan bir zırha yerleştirmeyi başarır. Sonuç olarak simya deneyi başarısız geçmiştir ve Edward sol bacağı ile kolunu kaybederken Alphonse bir zırhta yaşamaya mahkûm olmuştur.

Birkaç gün geçtikten sonra ise Roy Mustang adında bir resmi simyacı Elric kardeşleri ziyaret eder. İnsan simyasını deneyinden haber aldığından ve sadece üstün yetenekli simyacıların böyle bir şeye cesaret edeceğini bildiğinden onlara yaşları tutmamasına rağmen ulusal simyacı olmalarını teklif eder. Sol bacağına ve sağ koluna “automail” yani otozırh adı verilen robot kol ve bacaklar takılan Edward, eğer askeriye altına girerse simya hakkında daha çok bilgiye ulaşıp kardeşi ile beraber eski vücutlarına kavuşabilme ihtimalini düşünerek kendi deyimi ile “askeriyenin köpeği” olmayı kabul eder. Nitekim Edward ve Alphonse, Felsefe taşı adı verilen ve bununla takas olmadan çok büyük simyalar gerçekleştirilebildiği söylenen efsanenin peşine düşer ve ilk anime uyarlaması ile aynı başlasa da bambaşka bir macera başlamış olur.

Fullmetal Alchemist: Brotherhood, bahsettiğim gibi ilk bölümleri 2003 yılında çıkan animesi ile paralel gidiyor ve aynı şeyleri izliyorsunuz. Fakat ardından ise anime farklı bir yöne sapıyor ve ilk seriden çok daha ilginçleşmeye başlıyor. Eski karakterler çok daha değişik olarak karşımıza çıkıyor ve ilk seride olmayan birbirinden ilginç yeni karakterler Brotherhood’ta mevcut. Atmosfer olarak ise anime ilk serideki gibi güzel bir havaya sahip ve ilk seri ile Brotherhood arasındaki tek fark için senaryonun farklı akışı diyebilirim. Durum böyle olunca pek hoşuma gitmeyen tek özelliği ise simyanın abartılı olması. Eşit takas falan diyerek mantıklı duruyor ama çoğu bölüm, hatta neredeyse tüm bölümlerde büyüden farkı yok.

Görsel olarak bazıları çizimlerin kötüleştiğini söylüyor ama ben iki seri arasında hiçbir fark göremedim. Çizimler gayet başarılı ve çok güzel. Müzik bakımından ise Brotherhood çok zengin. Seride yaklaşık beş – altı tane açılış ve kapanış parçası mevcut. Seri içinde çalan parçalar da hiç fena değil.

Sonuç olarak Fullmetal Alchemist: Brotherhood, ilk seriyi tamamen süpürüp anlamsız hale getiriyor. Yani mangasına sadık kalan seri yerine bu saatten sonra sonu atmasyon olan ilk seriyi artık kimse izlemez. Bu da ister istemez ilk seride harcanan tüm emeklerin boşa mı gittiğini sorusunu akla getiriyor. Fakat öte yandan da Brotherhood zaten güzel bir animeyi tamamlanmış kurgusu ile daha güzel bir hale getirmiş ve ortaya çok kaliteli bir anime çıkmış.