26 Ağustos 2012 Pazar

Ga-Rei: Zero

Yönetmen: Ei Aoki
Stüdyo: AIC Spirits
Tür: Aksiyon, Dram, Doğaüstü
Yapım Yılı: 2008
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/8.5

















Ga-Rei: Zero adlı anime, yine Ga-Rei ismini taşıyan mangasının öncesinde olanları konu almaktadır. Yani “prequel” diye tabir edebileceğim anime mangaya bir ön hazırlık niteliğindedir ve son bölümünün son kısmı, mangasının başıdır.

Kagura Tsuchimiya, Çevre Bakanlığı’na bağlı gizli Doğaüstü Afetleri Önleme Merkezi çalışanlarının bir üyesidir. Adından da anlaşılacağı üzere bu birim görevi normal insanların göremediği hayaletler ve benzeri tehlikeli varlıkları dünya üzerinden silmektir. Ayrıca Tsuchimiya ailesinin bir özelliği daha vardır; bu aile şeytani varlıkları avlamak için nesiller boyunca bir başka doğaüstü varlık olan Byakuei adındaki varlığı kullanmaktadır. Ansızın bir akşam hayalet sayısında hiç beklenmeyen dengesiz bir artış olur. Üstelik işin içinde A kategorisi (Doğaüstü varlıklar A’dan D’ye kadar sıralanmıştır ve tahmin edeceğiniz üzere A en güçlüsüdür.) bir varlık vardır. Üstelik bu varlık Savunma Bakanlığı’na bağlı ve birazdan bahsedeceğim olan 4. Ekip başta olmak üzere tüm özel birlikleri yok etmiştir. Çok geçmeden Kagura ve birliği bu varlığın kısa süre önce hastanede kaybolan, Kagura’nın en iyi arkadaşı, ablası olarak gördüğü Yomi olduğu anlaşılır. Herkes birbirine “neden” ve “nasıl” sorularını sorarken anime başa sarar ve Kagura ile Yomi nasıl en iyi arkadaşken bu hale geldiklerini, Yomi’nin nasıl bu denli acımasız bir katile, en önemlisi A sınıfı bir varlığa dönüştüğünü konu alır. 10. bölümden sonra ise bekleneceği üzere olaylar tekrar günümüze gelir ve anime ilk paragrafta bahsettiğim üzere mangaya giriş yaparak son bulur.

Ga-Rei: Zero adlı anime benim şu ana gördüğüm en ilginç, en tuhaf ve en şok edici açılışa sahip dersem emin olun abartmamış olurum. Çünkü aslında yukarıdaki paragrafımda anlattığım ikinci bölüm. İlk bölüm Savunma Bakanlığı’na bağlı özel 4. Ekip’le start alıyor ve animenin kahramanlarının aslında bu ekipteki Kanze Touru ve arkadaşlarının olduğunu sanıyorsunuz. Anime aslında B sınıfı varlıkların olay çıkartması ve başta 4. Ekip ile diğer özel birliklerin olaya müdahale etmesi ile hızlı bir başlangıç yapıyor. Öyle ki, Touru karizmatik tavırları ve kullandığı çifte yarı otomatikle, arkadaşı Natsuki de motosikleti ile hızlı ve sükseli bir giriş yapıyor. Hatta Kanze’nin flashbackleri, yani Aoi adlı bir kızı hatırlamaları ile falan karakterlere iyice bir alışıyorsunuz. Başarılı geçen bir operasyondan sonra 4. Ekip kendi arasında küçük bir kutlama yaparken ansızın Yomi ortaya çıkıyor ve hepsini katlediyor. Evet, animenin kahramanları sandığımız bu karakterler, gösterilen flashbacklerle derin bir geçmişe sahip olduğunu sandığımız Touru ve ekibi ilk bölümün sonunda ölüyor ve esas ana karakterler olan Kagura ve arkadaşları animeye giriş yapıyor. Tabi izleyici olarak da benim gibi ağzı açık kalıveriyorsunuz. Sonra dediğim gibi ikinci bölüm başlıyor ve animeye esas giriş o zaman yapılıyor. Şahsen ben daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim; sağ gösterip sol vurma herhalde bu olsa gerek.

Hızlı ve sükseli bir giriş yaptıktan sonra anime 3. bölümden sonra biraz durulmaya başlıyor. Kagura’nın Çevre Bakanlığı’na bağlı özel ekibe girmesi, Yomi’nin onu himayesi altına alması, beraberce doğaüstü varlıklara karşı savaşmaları ve en önemlisi birbirleri ile olan ilişkileri anlatılıyor. Doğal olarak da atmosfer biraz daha düşüyor ve animenin dram yanı ağır basmaya başlıyor. Açıkçası anime bu bölümler esnasında biraz sıradanlaşıyor. Yani öyle bir başlangıcın yanında sıradan olmasa bile biraz monotonluk hissedebiliyorsunuz. 10. bölümden sonra da zaten tamamen aksiyon dolu sahneler ile anime güzel bir veda ediyor. Senaryo namına göze batan öyle büyük kusurlar yok. Benim tek sıkıntım 4. Ekip. Biraz spoiler olacak bundan sonrası ama 4. Ekip katledildikten sonra bir daha adı bile anılmıyor. Oysa Touru’nun flashbacklerinde Aoi adlı bir kızın ölümünü gösterirken yanında Yomi de vardı ve maalesef ekibin ölmesi ile bu olay havada kalıyor. Belki mangada vardır diyeceğim ama pekte ihtimal vermiyorum. Yani anlayacağınız 4. Ekibin bir bölümde kullanılıp atılması açıkçası beni biraz üzdü ve puan kırmama neden oldu. Çünkü 4. Ekibin etkisi tüm animeyi izlerken devam etti ve bir ismin bile geçmemesi üzücü. Kusura bakmayın, spoiler oldu ama yazamadan da edemedim. Bunun dışında Kagura ve Yomi’nin okullarına kılıçları ile gitmesinin dışında bir acayiplik göremedim. Şahsen ben okuduğum zaman okula kocaman bir katana götürseydim herhalde elden ele dolaşırdı :)

Çizimleri bakımından animede herhangi bir yenilik, göze batan bir durum yok ama şiddet ve kan efektlerinin bolca kullanılması hoş olmuş. Aksiyon sahneleri gayet akıcı ve hiç sıkmıyor. Bir bölümde Kagura ve Yomi’nin banyodayken göğüslerinin sergilenmesinden bile çekinilmemiş. Ga-Rei: Zero’nun müzikleri ise animeyi bir kademe yukarı taşımış. Anime esnasında çalan parçalar tam yerinde kullanılmış ve atmosfere katkıları büyük. Açılış parçası da hiç fena sayılmaz. Kapanış parçası ise biraz sıradan olsa da kötü değil. Bir de sadece ben mi benzettim bilemem ama Yomi acayip derecede Tasogare Otome x Amnesia'daki Yuuko'ya benzettim. Aslında çıkış tarihlerine bakarsak Yuuko, Yomi'ye benziyor tabi ama herhalde Tasogare'yi de kısa bir zaman dilimi önce izlememin ektisi olacak ki hemen o geldi aklıma:)

Sonuç olarak Ga-Rei: Zero hızlı ve şaşırtıcı bir başlangıç yapıyor, ortalara doğru biraz yavaşlıyor ve sonlara doğru hızlanıp güzelce sona eriyor. Şahsen ben animeyi bitirdikten sonra yine bitmiş olan mangasına da başladım ve umarım tez zamanda manganın da animesine kavuşuruz. Benim görüşüm, Ga-Rei: Zero’yu sırf sıra dışı girişi için bile olsa izlemeniz yönünde.

21 Ağustos 2012 Salı

From Up On Poppy Hill

Yönetmen: Goro Miyazaki
Stüdyo: Studio Ghibli
Tür: Günlük Hayat
Yapım Yılı: 2011
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/7





















Orijinal adı ile Kokuriko Saka Kara (Türkçe adı ile Tepedeki Ev), Hayao Miyazaki’nin oğlu olan Goro Miyazaki’nin Tales from Earthsea’dan sonra ikinci film denemesidir. Kokuriko aslında Fransızca bir kelime olan “Coquelicot”un Japonca söylenmiş şeklidir ve “Corn Poppy” yani gelincik anlamına gelmektedir.

Anime, Yokohama limanına tepeden bakan bir evde yaşayan 16 yaşındaki Umi Matsuzaki’yi konu alıyor. Umi her sabah düzenli olarak bahçelerindeki işaret bayraklarını (denizciler için) dalgalandırır ve düzenli olarak bunu yaptığı için denizciler arasında bir nevi ün bile yapmıştır. 91 dakikada Umi’nin aynı okulda okuduğu Shun ile olan ilişkisi, Latin Köşesi adlı kulüp binasının yıkılmaması için verilen mücadele ve sade ama içten hayatından ufak bir kesit anlatılmaktadır.

Animenin yukarıdaki paragrafımdan ziyade belirtebileceğim bir senaryosu, takip ettiği bir hikâye yok. Tepedei Ev tam bir günlük hayatı konu alan bir anime ve açıkçası bu husus bence biraz fazla kaçmış. Elbette anime kötü değil, Latin Köşesi’nin yıkılmaması için verilen çabayı izlemek hoş ama insan yinede özel bir şeyler bekliyor. Ghibli yapımları bana göre içlerinde ikiye ayrılıyor; Ruhların Kaçışı ve Yürüyen Şato gibi fantastik harika animeler ile Yüreğin Sesi ve Dün gibi günlük hayatı konu alan animeler. Ve her ne kadar harika çizimlere sahip olsalar da günlük hayat temalı animeler eğer az da olsa sıradan ve ilgi çekici bir şeyi konu almıyorsa çoğu izleyicinin benim gibi bir yerden sonra dikkati dağılabilir. Anlatmak istediğim; Umi’nin hayatı iyi hoşta ben ilgi çekici bir şey bulamadım. Dediğim gibi kötü değil ama ilginç de değil. Ne dram yönünden fazla duygulandım, ne komedi yönünden fazla güldüm. Umi sabahları uyanıyor, okula gidiyor, Shun ile konuşuyor, Latin Köşesi’ne uğruyor, uzaktaki annesini özlüyor derken son on dakika anime hızlanıyor ve bitiyor. Kısacası insanda bir etki bırakmıyor.

Tepedeki Ev’in çizimlerinden herhalde fazla detaylı bahsetmeme gerek yok. Studio Ghibli deyince çoğu insanın aklına gelen zaten harika çizimlerdir. Tepedeki Ev’de de bu hususta bir değişiklik yok. Manzara çizimleri, dağ, bayır, çimen, deniz, hepsi harika. Her kareden ayrı bir duvar kâğıdı olur desem abartmam herhalde. Karakter çizimleri de klasik Ghibli karakterleri. Her Ghibli incelememde bahsettiğim gibi bu seferde bahsetmeden geçemeyeceğim; karakterler yine diğer Ghibli animelerindeki karakterlere çok benziyor:) Müziklerde de işler gayet yolunda. Animede bolca şarkı söyleniyor ve gerek müzikleri gerekse çizimleri ile 1963 veya 1964 yılı (Tokyo olimpiyatlara hazırlanıyor ve tahminimce anime 63 veya 64 yılında geçiyor) çok güzel yansıtılmış. Seslendirmelerde ise Shun'un sesi sanki biraz kalın olmuş gibi. Yani o kalıba o ses açıkçası dikkatimi çekti.

Sonuç olarak bir Studio Ghibli yapımı olsa da çizimleri hariç Tepedeki Ev bana göre sıradan bir anime. Lakin Goro Miyazaki için ikinci anime denemesinde bir seviye daha atlamış diyebilirim. İlerleyen zamanlarda eminim başta Goro Miyazaki’den olmak üzere Studio Ghibli’den yine o harika ve fantastik animelerden biri gelecektir.

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Bakemonogatari

Yönetmen: Akiyuki Shinbo
Stüdyo: Shaft
Tür: Doğaüstü
Yapım Yılı: 2009 – 2012
Bölüm Sayısı: 15 + 11
Anime Puanı: 10/7.5

 




Koyomi Araragi sıradan bir lise öğrencisi gibi gözükse de aslında pek sıradan değildir. Çünkü Araragi kısa bir süreliğine olsa da bir vampir tarafından ısırılıp vampire dönüşmüştür ve Hawaii tarzı gömlekler giyen, garip bir adam olan Oshino Meme’nin yardımı ile yeniden insan olmayı başarmıştır. Günün birinde Araragi’nin hoşlandığı kız olan ama herkes ile arasına mesafe koyan Senjougahara Hitagi merdivenlerden kayıp düşer ve kendisini Araragi’nin kollarında bulur. Fakat ortada bir terslik vardır, Senjougahara’nın neredeyse hiç ağırlığı yoktur. Aradan biraz zaman geçtikten sonra Senjougahara zımbası ve maket bıcağı ile okkalı bir tehdit sallayarak ağırlığının sadece beş kilo olduğunu ve bunu kimseye söylememesini, kendisinden de uzak durmasını aksi halde onu öldüreceğini Araragi’ye tembihler. Ne kadar ciddi olduğunu göstermek içinde Araragi’nin dudağının içine zımbayı basıverir ve olay yerinden uzaklaşır. Lakin Araragi bu tehdidi pek fazla sallamaz ve Senjougahara’nın peşinden gider. Onu peşinden geldiği için aptal zanneden Senjougahara’ya iyileşen yarasını (vampirlik günlerinden kalma bir özellik, Araragi’nin yaraları çabuk iyileşmektedir) gösterir ve ona yardım edebileceğini söyler. Senjougahara ilk bakışta şaşırır ve Araragi’nin yardım teklifini kabul eder. Bakemonogatari’de 15 bölüm boyunca Araragi’nin Senjougahara başta olmak üzere doğaüstü olaylar neticesinde zorluklar çeken Hachikuji, Hanekawa, Kanbaru ve Sengoku’ya yardım edişini ve onlarla olan garip ilişkisini gözler önüne serer.

Nisemonogatari
Nisemonogatari, Bakemonogatari’nin ikinci sezonudur ve 11 bölüm sürmektedir. İkinci sezonda ilk sezonda adları bolca geçen Araragi’nin “Fire Sisters” lakaplı iki kız kardeşi Karen ve Tsukihi odak noktasıdır ve onların başından geçen olaylar, yeni birkaç karakter ile anlatılmaktadır.

Bakemonogatari başta bir sonraki paragrafımda bahsedeceğim çizimleri ile sıra dışı içeriğe sahip olan bir anime. Anime doğaüstü içeriğine karşın Oshino’yu saymazsak tek erkek karakter olan Araragi’nin beş, ikinci sezonu da sayarsak yedi bayan karakter ile olan ilişkilerini kara – mizahi bir dille anlatıyor. Olaylar zaman zaman çok ciddi gelişiyor, zaman zaman espriler atmosfere hâkim alıyor bazen ise cinsellik (erotik konuşmalar) öne çekiyor. Örneğin Araragi’nin benim favori karakterim olan küçük Hachikuji’yi gördüğünde ansızın surat ifadesi değişerek ve koşarak mıncıklaması veya Kanbaru ile telefonda konuşurken Kanbaru’nun “Selam Araragi, hemen soyunuyorum” gibi laflar ederek Araragi’yi terletmesi gibi olaylar hoş olmuş. Dediğim gibi anime çoğunlukla konuşmalar üzerine kurulu ve bu diyalogların içeriği de genelde hep tuhaf ve ilginç oluyor. Bu yöndeki tek sıkıntım diyaloglar bazen gereğinden fazla uzuyor ve her zaman olmasa da dikkatiniz bu yüzden dağılabiliyor. Birde bu konuşmalar diyalogun ortasında beliriveren yazılar ile kuvvetlendirmek istenmiş ama Japon izleyicisi için bu durum sorun olmasa da benim için ve birçok kişi için daha sorun yaratacağına eminim çünkü konuşmaların altyazıları ile ekranda beliriveren yazıları okumak zor iş. Şahsen çok hızlı okuyabilmeme rağmen ben bile bazı cümlelerin sonunu göremedim. Fakat buna karşın diyaloglar bazen de manga tarzı resimlerle kuvvetlendirilmiş ve çok da güzel olmuş. Örneğin Araragi kendinden eminse ansızın Ashita no Joe’deki Joe’ye çizimleri ile aniden benzemesi gibi ayrıntılar hoş. Son olarak, az ama öz olan aksiyon sahneleri ise on numara. Ne ararsanız var, bolca kan, şiddet ve artistik hareketler. Açıkçası ben bu aksiyon sahnelerinin daha fazla olmasını dilerdim.

Animenin en ilginç yanı ise çizimleri. Alttaki resimde pek belli olmuyor ama kullanılan parlak renkleri ve garip arka plan çizimleri ile Bakemonogatari sıra dışı bir anime olduğunu resmen haykırıyor. Üstelik bazen gerçek resimler kullanarak çok ilginç şeyler ortaya çıkarmışlar. Ayrıca karakterlerde de normalde siyah olması gereken kenar çizgileri bu animede kırmızı olarak karşımıza çıkıyor. Cümlelerle pek fazla ifade edemiyorum ama Bakemonogatari çizimleri ile gerçekten ön plana çıkmayı başarmış. Animenin müzikleri de çeşit çeşit. Yanlış saymadıysam birinci sezonda yaklaşık beş tane açılış ve ikinci sezonda da üç açılış parçası bulunmakta. Seçilmiş olan parçaların hepsi de hareketli, seriye yakışan parçalar.

2009 yılında çıkan Bakemonogatari’ye benim puanım 8 ve 2012 yapımı Nisemonogatari’ye ise 7 puanı uygun görerek ortalama bir şey olan 7.5 puanı kendimce uygun gördüm. İkinci sezonda biraz puan kırdım çünkü işlenen konu beni pek fazla sarmadı ve konuşmalar bu sefer hakikatten fazla uzatılmış. Her şeye karşın başta ilk sezonu ile Bakemonogatari, diğer animeler arasında kendisinin farklı olduğunu belirtmeyi başarıyor ve şahane bir yapım olmasa da izlenebilecek, ilginç ve sıra dışı bir anime.

7 Ağustos 2012 Salı

Tasogare Otome x Amnesia

Yönetmen: Shin Onuma
Stüdyo: Silver Link
Tür: Doğaüstü, Komedi
Yapım Yılı: 2012
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/7.5



Ezberlenmesi zor adıyla Tasogare Otome x Amnesia (Dusk Maiden Amnesia), Teichi Niiya’nın Özel Seikoyu Akademisi’ne gitmesi ile start alıyor. Seikoyu Akademisi yaklaşık 60 yıllık bir geçmişe sahiptir ve ilk kurulduğu günden günümüze kadar sürekli yeni binalar ve katlar eklenmiştir. Bu yüzden okul çok büyüktür ve eski binalar ile yeni binalar iç içe olduğundan labirente de benzemektedir. Yeni bir öğrencinin ilk günlerinde kaybolma olasılığı yüksektir. Teichi de bu yolunu kaybeden öğrencilerden biridir ve kendisini eski bina koridorlarından birinde, kullanılmayan bir odanın önünde bulur. Teichi tozlu odaya girer ve büyük bir ayna görür. Fakat Teichi aynada başka bir şey daha görür. Arkasında ne zaman odaya girdiğini bilmediği bir kız durmaktadır ve kız kendisini okulun hayaleti Yuuko Kanoe olarak tanıtır. Üstelik Yuuko ile herhangi bir bağlantısı olmadığı halde onu sadece Teichi görebilmektedir. Yuuko’da Teichi onu görebildiği için okul sınırları içinde onunla takılmaya başlar. Ayrıca Yuuko geçmişini hatırlayamamaktadır. Teichi’de okulun zaten ünlü olan hayalet hikâyelerini araştırmaya ve Yuuko’nun gizemli geçmişini açığa çıkarmaya çalışır.

Yukarıdaki paragrafımdan anlayacağınız üzere 12 bölümlük kısa anime Teichi’nin birazdan tanıtacağım Okonogi ve Kirie ile Yuuko’nun geçmişini araştırmasını konu alıyor. İlk bölüm güzel bir giriş bölümü olarak hazırlanmış. Teichi, Okonogi ve Kirie, okuldaki doğaüstü olayları araştırmak için kurulmuş bir kulüp kurmuşlardır. Okonogi enerjik, hayalet hikayelerine düşkün ama saf bir kızdır. Kirie ise daha sessiz ve ciddidir. Lakin Teichi ile Kirie, Yuuko’yu görebilmekte (çünkü onlar Yuuko’nun varlığından haberdardır) ama Okonogi görememektedir. 1. bölümün ilk yarısını Okonogi’nin gözünden Yuuko gözükmeden görüyoruz (etrafta uçuşan nesneler falan). Diğer yarısını da Yuuko’nun varlığından haberdar olarak izliyoruz. Animeye güzel bir giriş oluşturulmuş bu bölümle. Anime konu olarak eğlenceli ilerliyor ama sona yaklaştıkça bana göre biraz bozmuş gibi. Ayrıca son bölümde tam kıvamında bitiyor derken yapılan son dakika sürprizi bana göre hiç olmamış. Bir de 6. bölümde korkunun insana neler yaptırabileceği güzel anlatılıyor ama bu olanlar okulda yaşanacak şeyler değil. Yani biraz fazla abartma olmuş. Kısacası demek istediğim anime güzel başlıyor ama 6. – 7. bölümden sonra biraz ivme kaybediyor.

Animenin başkarakteri olan Yuuko’dan biraz bahsedecek olursam; kendisi ilk başlarda bir hayalete göre oldukça sempatik. Teichi’e karşı olan davranışları biraz “ecchi”vari hareketleri ile bolca dekolte vermesi falan açıkçası hoş olmuş. Lakin Yuuko’nun da eksi yönleri yok değil. Tıpkı anime gibi Yuuko da sonlara doğru biraz bozuyor kendisini. Ayrıca bir ayrıntı dikkatimi çekti, bazen Yuuko elinde bir nesne tuttuğunda havada falan süzülüyor ama bazen de nesne de kayboluyor. Küçük bir ayrıntı gibi gözükebilir ama benim gözüme çarptı işte. Son olarak Teichi’den başka animede erkek karakter yok. En azından bir tane daha olsaymış fena olmazmış diyorum.

Çizimleri bakımından Tasogare Otome x Amnesia’da sıra dışı herhangi bir şey yok. Kocaman gözler, göğüsler ve renkli saçlar ile klasik bir anime. Kötü elbette değiller ama değişik de değiller. Müzikleri içinse kaliteli diyebilirim. Açılış ve kapanış parçaları hoş parçalar ama özellikle anime esnasında çalan parçalar daha hoş. Bu hususta “Requiem” adlı son bölümde çalan para benim favorim.

Özetle Tasogare Otome x Amnesia yeni bir şeyler vaat etmese de Yuuko animeyi izlenebilir ve eğlenceli kılıyor.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Kuroshitsuji

Yönetmen: Shinohara Toshiya, Oguro Hirafumi
Stüdyo: A-1 Pictures
Tür: Fantastik, Tarihi
Yapım Yılı: 2009 - 2010
Bölüm Sayısı: 24 + 12
Anime Puanı: 10/6



Kuroshitsuji (Black Butler) veya Kara Kâhya, izleyenini 1880’li yılların sonuna, İngiltere’ye götürüyor. İngiltere’nin en zengin ailelerinden olan ve bizzat kraliçeye de hizmet eden Phantomhive ailesinden Ciel Phantomhive’nin 10. yaş gününde malikâneleri ateşe verilir ve annesi ile babası ölür. Ciel ise ortadan kaybolur ve yaklaşık bir ay sonra ortaya çıkar. Üstelik ortaya çıktığında yanında Sebastian adında, karalara bürünmüş bir kâhya da eşlik etmektedir. İlk bölümde bize anlatıldığı üzere Sebastian aslında bir iblistir. Ciel’i ölümden kurtarmış ve ailesini katledenlerden intikam alabilmesi için tüm gücünü ona sunmuştur. Elbette karşılığında da intikam tamamlandığında Ciel’in ruhunu alacaktır. Bölümler boyunca Ciel’in Sebastian ile beraber İngiltere sokaklarında gezen kötülüklerle karşı karşıya gelmeleri, bir yandan da ailesinin katilleri hakkında ipucu arayışları konu edilmektedir.

Kuroshitsuji 2 ise ilk sezonun bitişinin ardından bir yıl ve üç ay sonrasını konu alıyor. Üstelik bu sefer işin içinde Alois Trancy adında başka bir kont ve onun da Sebastian’dan aşağı kalır yanı olmayan Claude adlı kâhyası vardır.

Animenin ilk üç bölümü daha ziyade karakterleri ve ortamı tanıtmakla geçtiğinden açıkçası biraz sıkıcı. Üçüncü bölümden sonra ise olaylar biraz daha hareketleniyor. Animenin aslında bayağı ilginç bir içeriği var ama bana göre hikâyenin işlenişi, daha doğrusu serinin yaşattığı atmosfer pek olmamış. Çünkü animede bazı yerlerde komedi unsurları kullanılmış ve hiç olmamış. Yani bir yerinede bırakın gülmeyi tebessüm bile etmedim. Bazı yerlerde ise tam olay tavan yapmak üzereyken şiddet ve aksiyon unsurları ansızın yarıda kesiliyor ve yine komiklikler yapılmaya çalışılıyor. Yani demek istediğim senaryo güzel ama yapılmak istenen komedi unsurları ile yeterli gelmeyen aksiyon sahneleri arasında sıkışıp kalmış. Oysa anime daha bir ciddi olsa ve şiddet unsurları biraz daha fazla olsa harika bir anime olurdu diye düşünüyorum çünkü seriyi sırtlayan ve birazdan bahsedeceğim olan Sebastian çok iyi bir karakter. Herhalde küçük yaştakilere de hitap etsin diye olacak ki anime çoğu yerinde yumuşatılmış. İlk sezonun bitişini devam eden mangasını da göze alırsak fena bulmadım ama ikinci sezon sanki biraz fazla uçmuş gibiydi :) Ayrıca bana mı öyle geldi bilmiyorum ama anime sanki melekleri kötülüyor gibime geldi. İblis Sebastian sanki çok iyi birisi ve rakipleri olan meleklerde pisliğin önde gideniymiş gibi bir hava var sanki. Belki de biraz abarttım ama melekleri kötüleme kesinlikle var.

Kuroshitsuji’nin en büyük artılarından birisi karakterleri. Animede irili ufaklı birçok karakter var ama bazıları var ki keşke olmasaymış dedirtti bana. Bunlardan bir tanesi Elizabeth. Ciel’in yaşıtı olan Elizabeth’ten daha ilk çıktığı bölüm nefret etmeye başladım. Bir de diğer normal kahya Tanaka’nın ikide bir “chibi” moduna geçmesi falan bana çok lüzumsuz geldi. Diğer taraftan ise dediğim gibi Sebastian harika bir karakter. Gerek bakışları, gerekse muzip ve kendinden emin gülüşü ile serinin bel kemiği diyebilirim. Sebastian’nın yanısıra Undertaker adlı karakterde seyir keyfini arttıran bir diğer unsur.

Görsel olarak Kuroshitsuji’nin bence bir eksiği yok. Klasik karakter çizimlerinin yanında Londra havası, tarihi atmosfer iyi yaratılmış. İlk sezonun bir açılış ve iki kapanış müziği, ikinci sezonunsa tek açılış ve kapanışı var ve açıkçası sıradanlar. Lakin bölümler esnasında çalan parçalar ise seriye cuk oturmuş. Daha çok orkestra müziği kullanılmış ve atmosferi iyi tamamlıyorlar.

Kuroshitsuji aslında senaryosu ile büyük şeyler vaat ediyor ama bana göre iyi işlenememiş. Dediğim gibi komedi unsurları bence çok yersiz ve animede bir bölüm atmosfer tavan yaparken diğer bölüm konudan kopmaya ve sıkıcılaşmaya başlıyor. Ben zaman zaman Kuroshitsuji’yi severek çoğu zaman ise sıkılarak, sırf Sebastian’ın hatırına izledim. Sebastian için animeye bir göz atın derim ama beklentilerinizi de fazla yüksekte tutmayın.