18 Aralık 2013 Çarşamba

Kısa bir Ara


 Merhaba arkadaşlar,

Kısa dönem askerlik vazifemi gerçekleştireceğim için inceleme yazılarıma 6 aylık bir ara vermek zorundayım. Anime izleme rutinimi terk etmek zor olacak ama ben pozitif yönünden bakmaya çalışıyorum. Şu sıralar izlenecek anime bulma konusunda bayağı bir sıkıntı çekiyordum. Haziran ayında geldiğimde Hajime no Ippo, Kuroko no Basuke, Gin no Saji, Chuuninbyou gibi animeler bitmiş olacak ve ben bunları izleyenene kadar Durarara 2, Baccano 2, Pluto gibi animeler de bitmiş olur :)

Kendinize iyi bakın ve animesiz kalmayın.
Görüşmek üzere...

17 Aralık 2013 Salı

Danganronpa: The Animation

Yönetmen: Seiji Kishi
Stüdyo: Lerche
Tür: Gerilim
Yapım Yılı: 2013
Bölüm Sayısı: 13
Anime Puanı: 10/8.5


















Aynı adlı PSP oyunundan uyarlanan Danganronpa: The Animation ile kendimizi sıra dışı bir lise olan Hope’s Peak Academy’de buluyoruz. Oldukça saygın bir lise olan bu okula sadece seçilmiş “ultimate” öğrenciler girebilmektedir. Serinin ana karakteri olan Naegi ise orta halli bir öğrencidir ve herhangi bir dalda yeteneği yoktur. Lakin düzenlenen bir çekiliş ile Hope’s Peak Academy’de “şanslı” unvanı ile okumaya hak kazanmıştır. Artık şanslı mıdır yoksa şansız mı bilinmez ama okula adımını attığı an Naegi kendinden geçer ve camı çerçevesi mühürlenmiş bir sınıfta kendine gelir. Naegi ufaktan okulu gezmeye başlar ve tüm pencerelerin, kapıların mühürlü olduğunu keşfeder. Spor salonuna geldiğinde ise içeride on dört öğrencinin daha olduğunu görür. Diğer öğrenciler de tıpkı Naegi gibi okula yeni başlayacaktır fakat kendisi gibi bayılmışlardır ve okulun farklı köşelerinde uyanmışlardır. Toplamda on beş farklı özelliği olan öğrenci neler olup bittiğini çözmeye çalışırken uzaktan kumandalı Monokuma adında bir ayıcık beliriverir ve kendisinin okulun müdürü olduğunu söyler. Elbette ilk bakışta kimse bu oyuncağı ciddiye almaz ama Monokuma yavaş yavaş kötücül yanını ortaya çıkarmaya başlar. Dediğine göre on beş öğrenci ömürleri boyunca kilitli Hope’s Peak Academy’sinde kalacaktır. Lakin bir mezun olma yolu da vardır. Eğer kişi mezun olmak istiyorsa diğer öğrencilerden birisini öldürmeli ve yakalanmamalıdır. Gerçekleşen cinayetten sonra mahkeme düzenlenecektir ve eğer cinayeti işleyen kişi açığa çıkarsa idam edilecek, çıkmazsa diğerleri idam edilerek serbest bırakılacaktır. Şoka uğrayan öğrenciler doğal olarak ilk başta bu olaya karşı çıkar fakat sadist Monokuma onları cinayet işlemeleri için köşeye sıkıştırmaya başlamakta ve psikolojik baskı yaratmaktadır. Ve çok geçmeden de ilk cinayet işlenir… 


Mermi (Dangan) ve aksini ispatlama (Ronpa) kelimeleri bir araya gelerek oluşturulan Danganronpa, mahkemelerde ekranda beliren revolver şarjörüne ve mermi olarak sunulan itirazlara hitap ediyor. Eğer animeyi izlemeyi seçerseniz ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Mantık hatalarını bir kenara bırakırsak Danganronpa oldukça sıra dışı bir anime. Mantık hataları derken işte tamamen kilitli bir okul, konuşan ve yoktan var olup kaybolan bir ayı gibi detaylardan bahsediyorum. Bunları bir kenara koyarsak dediğim gibi içeriği ile oldukça saran bir anime var karşımızda. Akademinin sırrı, dış dünya ile bağlantının olmaması, kendine okul müdürü diyen manyak bir ayı ve sırası ile yaşanmaya başlayan cinayetler Agatha Christie romanlarını andırmıyor değiller. Animenin bir diğer güzel kısmı da her cinayet sonrasında Monokuma gözleminde gerçekleştirilen mahkemeler. Hakikatten çok güzel ayrıntılar sunuluyor ve izlerken acaba suçlu kim çıkacak diye merak ediyorsunuz. Ayrıca olayların tamamen on beş karakter etrafında gerçekleşmesi de ortama ayrı bir gizem katmış çünkü suçlu muhakkak aramızda bulunan kişilerden birisi oluyor. Animenin 13 bölüm olması da isabet olmuş çünkü bu süreç birkaç kez tekrarlanıyor ve daha uzun olsaymış olaylar durağan bir hal almaya başlardı ve hikâye kan kaybetmeye başlardı.

Bahsettiğim gibi başta ana karakterimiz Naegi olmak üzere on dört (Monokuma hariç) öğrenci daha var animede. Ve hepsinin kendine has yeteneği, kendine has bir kişiliği var. Hepsinin ortak özelliği ise tahmin edeceğiniz üzere hayatta kalmak. Karakterleri birer cümle ile kısaca tanıtacak olursam;

Makoto Naegi: Şanslı unvanına sahip Naegi ana karakterimiz ve olaylara olumlu yönünden bakmaya meyilli bir karakter.

Yasuhiro Hagakure: Afro saçları ile dikkat çeken Hagakure şaman unvanına sahiptir ve sakin, içten kişiliği ile dikkat çekiyor.

Hifumi Yamada: Oldukça şişman olan Yamada bir otakudur ve unvanı doğal olarak manga yazarıdır. Yamada aslında korkak bir tiptir ama sinirlendiğinde tehlikeli olabiliyordur.

Kiyotaka Ishimaru: Tam bir örnek öğrenci olan Ishimaru kurallara oldukça düşkündür ve unvanı da disiplinli olmaktır.

Junko Enoshima: Sarı saçları, mavi gözleri ama sevimli görünüşe karşın huysuzca davranan Enoshima, dergiler için poz vermektedir ve unvanı da modeldir.

Chihiro Fujisaki: Oldukça çekingen bir kişiliğe sahip olan Fujisaki bilgisayar uzmanıdır ve lakabı da programcıdır.

Celestia Ludenberck: Gotik görünümü ve olaylara soğukkanlılıkla yaklaşması ile dikkat çeken Celes’in unvanı kumarbazdır.

Mondo Ohwada: Çabuk sinirlenen ve kavgacı tipi ile serseri kategorisine cuk oturan Ohwada delikanlı ve maço tavırları ile ön plandadır ve unvanı da motorcudur.

Leon Kuwata: Kırmızı saçları ve sakalları ile pek öğrenciye benzemese de yakışıklı Kuwata, oldukça yetenekli bir beysbol oyuncusudur ve unvanı da doğal olarak beysbolcudur.

Aoi Asahina: Neşeli ve enerjik tavırları ile dikkat çeken Asahina aklı bir karış olsa da daima iyi niyetlidir ve iyi bir atlet ile yüzücü olduğu için unvanı da yüzücüdür.

Sakura Ohgami: Belki de görünümü ile en ilginç karakter olan Ohgami, sanki Street Fighter oyunlarından fırlamış gibi gözüküyordur. Dünya çapında yakın dövüş ustası olan Ohgami’nin unvanı dövüşçüdür.

Touko Fukawa: Oldukça çekingen ve kompleksi olan Fukawa vaktini genellikle kütüphanelerde geçirdiği için unvanı da kitapçı kızdır.

Byakuya Togami: Dünyanın en varlıklı ailelerinden birisinden gelen, zeki, kültürlü ama aynı zamanda acımasız olan Togami, hayatta kalmak için bu oyunu oynamaya hazırdır ve unvanı elit çocuktur.

Kyoko Kirigiri: Sessiz sakin dolaşan bu kız aslında oldukça zekidir ve gözlem yeteneği bir hayli gelişmiştir. Unvanı ise bilinmemektedir.

Sayaka Maizono: Bir dönem Naegi ile aynı okulda okumuş olan Maizono sevecen bir kızdır ve popülerliği ile tanınmaktadır. Dolayısıyla lakabı da idoldür. 


Danganronpa, biraz farklı ama güzel çizimlere sahip bir anime. Farklı dediğim kısım zaten yine karakterler. Dediğim gibi her tipten öğrenci mevcut ve buna göre görünüşleri de bir hayli farklı. Klasik öğrenci tipli Naegi’den takım elbiseli elit Togami’ye kadar veya eski animelerde karşımıza çıkan saçları öne doğru uzun delikanlı tipine kadar insan var ve kim nasıl birisi tipine bakarak aşağı yukarı anlayabiliyorsunuz. En sıra dışı çizimlere ise Sakura Ohgami sahip ki ben hayatımda böyle bir kız görmedim:) Lakin birçok erkekten de daha delikanlı, daha ağırbaşlı diyebilirim kendisi için. Çizimler bakımından en farklı şey idam sahnelerinde kullanılan 3D görüntüler. Anime o vakitlerde anime olmaktan çıkıyor ve sanki bir oyunun ara videosuna dönüşüyor. Bir oyundan geldiğini bildiğimiz için bu özellik animeye ayrı bir hava katmış. Ayrıca anime esnasında yine oyunlarda karşımıza çıkan (daha doğrusu Japon RPG tarzı yapımlarda) efektler de animeye güzel oturtulmuş. Çizimler bakımından tek beğenmediğim kan renginin pembe olması. Seri boyunca hatırı sayılır miktarda kanla karşılaşıyoruz ama hepsi oyundaki gibi pembe olarak uyarlanmış. Açıkçası komik duruyor, ölü bir karakter var ve üzeri fosforlu pembe kan kaplı. Şimdi aklıma geldi, animenin beğenmediğim yönlerinden birisi de mahkeme sonrası açığa çıkan suçlunun ani karakter değişimi. Tamam, idam edileceksin ve korkabilirsin ama en “cool” takılan karakterin bile psikopata bağlaması tuhaf. Son olarak müziklere değinmek istiyorum. Animenin müzikleri oldukça başarılı. Hem açılış parçası olan Never Say Never ve kapanış parçası olan Zetsubosei oldukça iyi ve animeye yakışmış parçalar. Bölümler esnasında çalan parçalara değinmiyorum bile çünkü onlar da atmosferi iyi tamamlıyor.

Danganronpa: The Animation, dediğim gibi küçük mantığa aykırı gelen detayları bir kenara koyarsak gayet başarılı bir anime olmuş diye düşünüyorum. Sonu da fena sayılmaz ve ikinci sezona, daha doğrusu ikinci Danganronpa oyununun anime uyarlamasına açık kapı da bırakılmış. İçerik olarak farklı ve hikâyesi ilgi çekici garip bir anime arıyorsanız Danganronpa’ya göz atın derim.

10 Aralık 2013 Salı

Ghost in the Shell: Arise – Border 1: Ghost Pain

Yönetmen: Kazuchika Kise
Stüdyo: Production I.G.
Tür: Bilimkurgu, Aksiyon
Yapım Yılı: 2013
Bölüm Sayısı: Ova
Anime Puanı: 10/7




















Dört bölümlük OVA (Original Video Animation) serisinin ilk bölümü olan Ghost Pain, yepyeni görünümlü bir Ghost in the Shell’i bizlere sunuyor. Filmlerle veya filmlerden bağımsız Stand Alone Complex serisi ile bir bağlantısı olduğu söylenemez ve hikâye Şef Aramaki’nin ünlü Bölüm 9’un karakterlerinin ufaktan bir araya gelmesi ile başlıyor. Yıl 2027’dir (Stand Alone Complex serisini baz alırsak üç yıl önce ve ilk filmi baz alırsak iki yıl önce) ve dördüncü dünya savaşı sonrası Japonya hükümeti askeri kanadı da dahil yeni bir yapılanma içerisindedir. Kamu Güvenliği Bürosu Bölüm 9 başı olan Şef Aramaki, şaibeli bir ölüme kurban giden Yarbay Mamuro’nun cinayetini araştırmaktadır. Askeriyeye bağlı 501. Bölüm için çalışan ve ölen yarbayın emrinde çalışan yetenekli Motoko Kusanagi de bu bölümü araştırmanın peşindedir. 501. Bölüm’den Şef Aramaki’nin araştırmasına dahil olmak (daha doğrusu kendi araştırmasını yapmak) için izin aldıktan sonra araştırmasına başlayan Motoko, çok geçmeden arı yuvasına çomak soktuğunu fark eder. Yarbayın ölümü sıradan bir ölüm değildir ve üstelik şüphelilerden birisi de Motoko’dur. Dolayısıyla sır ölümü aydınlığa kavuşturmak Motoko ve Şef Aramaki’ye düşer.


Öncelikle dediğim gibi Arise serisinin diğer serilerle herhangi bir bağı yok. Yani bağımsız olarak da izlenebilir durumda. İçerik olarak ise her ne kadar ortada tam teşekküllü bir Bölüm 9 yoksa da özellikle hareketli sahneleri ile yapım dikkat çekiyor. İlk bölümü izlediğiniz zaman ara ara kafanız karışabilir ama bölüm sonu yaklaştıkça sis perdesi de kalkmaya başlıyor. Tüm bunlara rağmen senaryo olarak aslında pek tatmin edici bir giriş yapamamış. Tamam, aksiyon sahneleri başarılı ama hikâye biraz ağır ilerliyor ve birazdan bahsedeceğim yeni Motoko da şahsen hiç olmamış. Demek istediğim, Stand Alone Complex tadında bir Ghost in the Shell beklemeyin (en azından ilk bölümden) Arise serisinden. 


Arise serisi ile karşımıza çıkan en büyük değişiklik birçok karakterin yeni bir görünüme sahip olması. Öncelikle Şef Aramaki kahverengi saçlı veya daha saçları beyazlamamış diyelim:) Aramaki’nin saç rengi pek bir fark yaratmıyor ama ortada bir Motoko Kusanagi var ki evlere şenlik. Nerede alıştığımız sert, karizmatik ve aynı zamanda cazibesi olan Binbaşı Motoko, nerede bu eteği giydirsen liseli olacak Motoko. Abartıyor diyebilirsiniz bana ama Arise serisindeki Motoko tam bir fiyasko. Tamam, diğer serilerdekinden daha tecrübesiz olabilir, ona lafım yok ama neden çizimlerinde böyle bir değişikliğe gidilir anlamış değilim. Bakın Batou olsun, Togusa olsun oldukça başarılı yansıtılmış ama bu kadına (veya küçük kıza) Motoko Kusanagi demek istemiyorum. Müzikler ise genel olarak başarılı. Ova’nın açılışında çalan kısa parça hoş, kapanış da fena sayılmaz. Seslendirmelerde ise yepyeni bir kadro kullanılmasına rağmen gayet başarılı bir iş çıkartılmış. 


Arise – Border 1: Ghost Pain, eski havayı pek yakalayamamış ama bir şeyler de vaat eden bir yapım. 58 dakika süren ilk bölüm Çakma Motoko’ya rağmen Ghost in the Shell sevenlerinin izlemesi gereken bir yapım diye düşünüyorum. Eğer Ghost in the Shell yapımlarına yabancıysanız Stand Alone Complex serisi ile başlamanızı öneririm. 

9 Aralık 2013 Pazartesi

Jojo’s Bizzare Adventure

Yönetmen: Naokatsu Tsuda, Kenichi Suzuki
Stüdyo: David Production
Tür: Macera, Aksiyon, Bilimkurgu
Yapım Yılı: 2012
Bölüm Sayısı: 26
Anime Puanı: 10/7.5



















Adı gibi acayip bir maceraya ev sahipliği yapan anime, bir nesil atlayarak Joestar ailesinin erkeklerini konu alıyor. Anime, şimdilik sekiz bölümden oluşan hikâyenin ilk ikisini (Phantom Blood ve Battle Tendency) konu ediniyor. İlk hikâyenin yılı 1880’ler ve yer olarak Britanya’dır. Jonathan Joestar (Jo-Jo) zengin bir aileden gelmektedir ve babası ile beraber büyük bir malikânede yaşamaktadır. Geçirdikleri bir kaza sonucu henüz bebekken Jonathan annesini kaybetmiştir. Kaza esnasında kazazedeleri Dario Brando adında alkolik bir adam bulmuş ve soymak istemiştir lakin yaralı kurtulan Jojo’nun babası durumu yanlış anlamış ve Dario’nun onları kurtarmaya geldiğini sanmıştır. Aradan yıllar geçtikten sonra Dario ölür ve tek oğlu Dio’dan Joestar malikânesine gitmesini ister. Jojo’nun babası güya kendilerini kurtaran adamın oğlunu severek kabul edip ve aileye dâhil eder. Jojo’da yeni arkadaşı ile tanışmak için sabırsızdır ama Dio’nun planları bambaşkadır. Jojo’nun babasına ve çevresine asil görünen Dio, Jojo’ya deyim yerindeyse zülüm çektirmektedir ve tek amacı mirasın tek sahibi olmaktır. Jojo ve Dio arasındaki çekişme yıllar boyu devam eder ve en sonunda kötü bir olayla bambaşka bir boyut kazanır. Dio, çok eski bir maskenin asla açığa çıkmaması gereken kötü bir güçten haberdar olur ve o günden bu yana Joestar soyundan gelenlerin kaderi bu kötülükle mücadele etmek olur. 


İkinci hikâye, yani Battle Tendency ile de 1938 yılına yelken açıyoruz ve bu sefer kahramanımız Jonathan Joestar’ın torunu Joseph Joestar oluyor. Joseph, dedesi kadar centilmen bir erkek değildir ama yetenek olarak da altta kalır bir yanı yoktur. İkinci bölümde hikâye, ilk bölümdeki karakterlerden birisi olan Speedwagon’un Meksika’da gizemli bir kalıntı bulması ile başlıyor. Dev bir sütunda taş kesilmiş bir adam vardır ve en kötüsü etrafı maskelerle çevrilidir. Sütun Adam (Pillar Men) adı verilen bu kalıntılar çok geçmeden Nazilerin eline geçer ve olmaması gereken olur, sütundaki adam uyandırılır. Doğal olarak bu kötülüğü durdurmak Joestar soyundan gelen Joseph, namı diğer yeni Jojo’ya düşer.

Jojo’s Bizzare Adventure’u ilk izlemeye başladığım zaman ilk dikkatimi çeken ilginç çizim teknikleri oldu. Öncelikle karakterler Hokuto no Ken ve Souten no Ken’deki karakterlere çok benziyor. Özellikle Jonathan Joestar’ın Kenshiro’dan farkı yok:) İkinci ilginçlik ise çizim teknikleri ki birazdan değineceğim. İçerik olarak ise dediğim gibi anime ikiye bölünmüş durumda. İki farklı zaman dilimi ve iki farklı ana karakter çıkıyor karşımıza. İlk bölümlerde at arabaları ile seyahat ederken motorlu taşıtların ilerleyen bölümlerde çoğaldığını görmek, ilk bölümdeki karakterlerin yaşlanmalarına tanıklık etmek güzel bir şey. Tabi birçok da ülke geziyor ve yeni karakterlerle tanışıklık ediyoruz. Animede özellikle karakter bolluğu mevcut ve her daim yeni yüzler girip çıkıyor. 


Animenin atmosferi ise hakikatten ismi gibi acayip. Anlatım tekniğinden tutun, karakterlerin hal ve tutumlarına kadar tam bir acayiplik söz konusu:) Elbette kötü yönde değil. Zaten bu “bizzare” durum Jojo’yu Jojo yapan temel unsurlardan. Hikâye olarak ise ilk bölümü fazlası ile beğendiğimi, ikinci bölümden ise çok fazla haz alamadığımı (son iki – üç bölüm hariç) söyleyebilirim. İlk hikâye olan Jojo ve Dio’nun çocukluktan başlayıp işin içine giren doğaüstü olaylarla sona eren macerasını izlemek zevkliydi. İkinci Jojo’nun Pillar Men’lerle mücadelesi ise şahsen beni fazla sarmadı. Sanırsam bunun sebebi de Pillar Men’lerin çok uçuk karakterler olmasıydı. Yani tamam, çok güçlü olacaksın, doğaüstü güçlerin de elbette olacak ama bu kadarı da fazla gelmiş. Bu adamlar çok güçlü diye zaten ortada doğru dürüst dövüş de yaşanmıyor. Dövüş yaşanmıyor derken karakterlerin çok konuştuğunu da belirtmek isterim. Bazı anlar hakikatten fazla abartmışlar.

“Bizzare” olayı içeriği gibi çizimlerde de mevcut. Çizimlerin Hokuto no Ken’i (ve Souten no Ken) andırıyor. Genel olarak karakterleri başarılı buldum ama bazen manken gibi poz vermeselermiş de olurmuş. Animenin çizimleri bayağı kaliteli ve bolca kan, kopan uzuv gösterilmekten kaçınılmamış. Tek tuhaf yönü karanlık bir yerde etraf kararmıyor da renkler değişiyor. Etraf gece veya karanlık olduğunda genellikle yeşil ve morumsu tonlar hâkim oluyor animeye. Yani Jojo’nun saçını yeşil görürseniz şaşırmayın. Animenin iki açılışı ve iki kapanış parçası bulunuyor. Animenin açılış parçaları sanki drama serilerinden fırlamış gibi. İlk parça ilginçti ama ikinciyi pek beğenmedim. Açılışlara nazaran kapanışlar daha hareketli ve daha güzel.

İkinci sezonu bir yandan merakla beklerken bir yandan da ikinci hikâyedeki Pillar Men’leri güç olarak nasıl geçecekler merak ediyorum. Üçüncü hikâye Stardust Crusaders’ın küçük bir kuple olarak son bölümde bizlere sunuluyor ve buna göre hikâye 1989 yılında geçecek. Ezeli düşmanımız ise Joestar ailesinin kâbusu Dio. Bu arada, eğer ikinci sezonu beklemek istemezseniz seriye devam edebileceğiniz 1993 yapımı Ova’lar da mevcut.

2 Aralık 2013 Pazartesi

Accel World

Yönetmen: Masakazu Obara
Stüdyo: Sunrise
Tür: Macera, Aksiyon, Bilimkurgu
Yapım Yılı: 2012
Bölüm Sayısı: 24
Anime Puanı: 10/5
















Sword Art Online’ın kardeşi olan ve yirmi dört yıl sonrasını, yani 2046 yılında geçen Accel World’de “Neuro-Synchronization”, basit deyimiyle sinir sistemi ile internete bağlanmak mümkündür. Sword Art Online’ı izleyenler bilir, orada kafalarına Nerve Gear adında kask benzeri bir alet takarak internete giriyorlar ve sanal ortamı adeta yaşıyorlardı. Accel World da ise kask da tarihe karışmıştır ve boyna tamsa gibi bağlanan Neru-Linker ile internet ve dünya deyim yerindeyse iç içe geçmiştir. İnsanlar oluşturdukları avatarları ile sanal dünyalarda gezinebiliyor, sadece bir parmak hareketi ile mail gönderebiliyor ve sanki telepatikmiş gibi uzaktaki bir insanla bağlantı kurulabiliyordur. Daha da ilerisi, örneğin gözleriniz bozuk ise Neuro-Linker görüş algınıza bile müdahale edip gerekli düzeltmeyi yapabiliyordur. Kısacası hayat demek Neuro-Linker demektir ve doğumdan itibaren bile bu tasmalar herkesin boynundadır. 


Haruyuki “Haru” Arita, ortaokula giden oldukça kısa boylu, şişman ve kendine güveni pek olmayan bir gençtir. Okulda da sürekli zorbaların hedefi olan Arita’nın tek kaçış noktası sanal dünyadır ve burada tek başına “squash” (duvar tenisi) oynamaktadır. Squash’da en yüksek puana sahip olan Arita günün birinde rekorunun okulun en güzel kızlarından olan, saygı duyulan ve aynı zamanda okul konseyinin yardımcı başkanlığını yapan Kuroyukihime (Black Snow Princess) lakaplı kız tarafından geçildiğini görür. Ertesi gün Hime, Arita’yı yanına çağırır ve onu zorbaların da elinden kurtarır. Fakat daha önemlisi Hime, Arita’ya “Brain Burst” isimli gizemli oyun programı ile tanıştırır. Arita bu programın sadece bir oyun olmadığının çok geçmeden farkına varır çünkü program beyni yavaşlatarak adeta zaman durmuş hissi vermektedir. Brain Burst dövüşlerde mücadele edilerek puan kazanılan ve kazandıkça seviye atlanabilen özel bir programdır. Seviye atladıkça elde edilen özel yetenekler aynı zamanda gerçek hayatı da etkileyebilmektedir. Fakat oyunda seviye atlamak oldukça zordur ve Brain Burst programına her giriş yapıldığında belirli sayıda puan harcanmaktadır ve yenilince de puan kaybedilmektedir. Puan sayısı sıfıra ulaştığında da Brain Burst kendi kendini silmektedir ve tekrardan yüklemek asla mümkün değildir. Arita’yı Brain Burst ile tanıştıran Hime, ondan onuncu seviyeye ulaşmasına yardım etmesini ve kral lakaplı dokuzuncu seviye kullanıcıları yenerek oyunun yaratıcısı ile tanışması konusunda yardım ister. 


Accel World, tıpkı Sword Art Online gibi insanı meraklandırarak başlıyor. Neuro-Linker sayesinde sanal dünyaya açılan kapı izleyeni bir hayli cezp ediyor. Lakin Brain Burst sistemi ile tanıştıktan sonra da daha da keyif alacağımı zannederken anime bir yerden sonra sürekli bayır aşağı gitmeye başlıyor. Öncelikle anime Brain Burst odaklı değil karakter odaklı. Elbette garip oyun büyük yer kaplıyor animede ama ön planda olan karakterler ve birbirleri ile ilişkileri. Nitekim sorunda burada başlıyor çünkü karakterlerin hiçbiri (belki biraz Hime) ilgi çekici değil. Özellikle animenin ikinci yarısından sonra Noumi adlı karakteri izlemek resmen çile. Animenin ana karakteri Arita ile de ne yazık ki empati kurmak bir hayli zor. Özellikle neden kendisinin boyu otuz santimlik cetvel kadar, anlamış değilim. Tamam, kilolu olabilir, hatta kilolu ve yakışıklı olmayan bir ana karakter görmek yeni bir soluk ama diğer karakterlerin diz boyuna geliyorsa da saçma derim. Ayrıca bazı anlarda koca koca filozoflar gibi konuşan, kelime oyunu yapan karakterler diğer bölüm bir bakıyorsunuz ilkokul 2 seviyesine inmişler. Yani davranışlarında bir tutarlılık da yok ve ortaokul çocukları gibi asla davranmıyorlar. Son olarak Brain Burst’un bazı yanları çok uçuk. Yani “bu kadar da olmaz” dediğim çok yeri vardı. Anlatmak istediğim, anime ilk bakışta güzel ve ilgi çekici ama eştikçe çok fazla delik göze çarpıyor ve karakterler en azından benim gözümde başarısızlar.

Animenin çizimleri için fazla söylenecek bir şey yok. Klasik anime çizimlerinde kızlarımızın rengârenk saçları ve kocaman gözleri var. Mekân çizimleri her daim canlı ve Brain Burst’taki mekân tasarımları (kimisi bilimkurgu tarzında, kimisi fantastik) oldukça başarılı. Dediğim gibi Arita’nın fındık boyutu dışında çizimlerle bir derdim olmadı. Animenin iki adet açılış ve kapanış parçası bulunmakta. Ne yalan söyleyeyim, hiçbirini beğenmedim. Bölümler esnasında çalan parçalar ise biraz daha başarılı.

Accel World ve Sword Art Online aynı dönemlerde yayınlanmış iki anime ve Sword Art Online’nın bana göre ortalama bir anime ve Accel World, onun yanına bile yaklaşamamış durumda. Senaryonun tatmin etmemesi, başarısız karakterler ve sürekli Brain Burst sistemine yeni şeyler katacağım diye bazı “fantastik” kurguların animeye tıkıştırılmış olmasından dolayı verdiğim puanı layık gördüm. Toparlayacak olursam, Accel World’den fazla bir şey beklemeyin ve Sword Art Online’ı izlediyseniz eğer Accel World’den de aynı performansı ummayın. 

23 Kasım 2013 Cumartesi

Yahari Ore no Seishun Love Come wa Machigatteiru

Yönetmen: Ai Yoshimura
Stüdyo: Brain’s Base
Tür: Komedi, Okul, Romantik
Yapım Yılı: 2013
Bölüm Sayısı: 13
Anime Puanı: 10/8


















Uzun adının yanında My Teen Romantic Comedy: SNAFU olarak da anılan Yahari Ore no Seishun Love Come wa Machigatteiru, Hachiman Hikigaya’nın okul hayatı üzerine yoğunlaşıyor. Hikigaya tek başına takılan, arkadaş edinmekle pek uğraşmayan, varlığı ile yokluğu anlaşılmayan (ama bunu tercih eden) ve aklı havada birçok liselinin aksine gerçekçi düşünüp davranan birisidir. Okulun ilk günü geçirdiği bir kaza yüzünden bir süre okula gidememiş olan Hikigaya, saydığım özellikler de eklenince kendisini sınıftakilerden iyice soyutlamıştır. Bunu fark eden Hikigaya’nın sınıf öğretmeni, Hikigaya’yı zorla okulun Servis Kulübü’ne üye yaptırır. Tek üyesi bulunan bu kulübün amacı öğrencilere sorun yaşadıkları bir konuda bir nevi danışmanlık yapmak, akıl vermektir. Kulübün tek üyesi de okulun en güzel kızlarından, zeki ve imrenilerek bakılan Yukino Yukinoshita’dır. Hikigaya’da kulübe girince ortak yönleri arkadaş edinememe olan iki farklı zıt kişilik bir araya gelir ve hem Hikigaya hem de Yukinoshita için sıradanlığın çok üstünde bir lise hayatı başlamış olur. 


Animenin piyasada yüzlercesi bulunan okullu, yeri geldiği zaman komik, yeri geldiği zaman romantik animelerden yüzeysel olarak pek bir farkı yok. Yine kamplara gidiliyor, binlercesini izlediğimiz kültür ve spor festivalleri tekrar karşımıza çıkıyor. Bu animelerden sıyrılabilmesinin tek özelliği ise Hachiman Hikigaya diyebilirim. Yani animede Hikigaya olmasaymış bir hayli sıradanlaşırmış. Başta kişiliği olmak üzere olaylara bakış açısı, tutumu, söyledikleri ve yanlış olduğunu bildiği halde doğruları söyleyerek istenmeyen adam konumuna düşmesi animeyi zevkli bir hale getiriyor. Özellikle Yukinoshita ile olan tartışmaları izlenmeye değer. Demek istediğim, Hikigaya aslında çok zeki bir karakter ve Yukinoshita da dahil diğer karakterler her animede karşımıza çıkabilecek sıradan karakterler iken Hikigaya’nın kendine has bir çekiciliği, bir özel olma durumu var. Bu arada kafama takılan bir soru da var. İçinde kulüp geçen (neredeyse bütün okullu animeler) animelerde bizlere öğretilen eğer beş üyen yoksa kulübün kapatılmasıydı. Hatta son üye genelde okula yeni gelen nakil öğrenci olurdu:) Bu animede ise Servis Kulübü üç üyeden fazla bir sayıya ulaşmıyor ve dolayısıyla “bu kulüp neden kapatılmıyor yahu” diye düşünmemekten alıkoyamadım kendimi:) 


Animenin çizimleri hakkında söyleyecek pek fazla bir sözüm yok. Klasik, kocaman gözlü kızların olduğu, saçların rengârenk olduğu, etek boylarının üç santimi geçmediği sevimli çizimler çıkıyor karşımıza. Komedi sahnelerinde komiklik efektleri de dozunda tutulmuş, tamamen efektlere bel bağlanmamış. Çizim olarak tek hoşuma gitmeyen Hikigaya’nın kız kardeşinin tek azı dişi. Genelde bıçkın (ya da bıcırık mı desem) ama aynı zamanda sevimli karakterlerde karşımıza çıkan bu kocaman ağızda beliren tepedeki üçgen şeklinde tek azı dişinden açıkçası nefret ediyorum. Kim ne derse desin, iğrenç duruyor:) Müzikler ise idare eder kıvamında. Klasik “shonen” anime müzikleri. Animenin açılış parçası hareketli bir parça iken kapanışı da daha slow tarzda.

Yahari Ore no Seishun Love Come wa Machigatteiru, aslında bizlere bir karakterin bile ne kadar önemli olabileceğini gösteriyor. Hikigaya animede olmasaymış durum fena olabilirmiş. Elbette anime olağanüstü tarzda bir anime olarak da anlaşılmasın. İzlemesi zevkli, genelde alıştığımız şeylerin karşımıza çıktığı sevimli bir anime diyelim. 

16 Kasım 2013 Cumartesi

Level E

Yönetmen: Toshiyuki Katou
Stüdyo: Studio Pierrot, David Production
Tür: Komedi, Bilimkurgu
Yapım Yılı: 2011
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/8

















Dünyamız çok uzun bir zamandır birçok uzaylı türüne ev sahipliği etmektedir. Dünya üzerindeki uzaylılar birbirlerinden haberdar iken insanlar bihaber hayatlarına devam etmektedirler. Bu uzaylıların arasında barış içinde yaşayanlar, kana susamışlar, agresif tutumlular, kaçaklar ve hatta türünün son temsilcileri de dengesiz bir düzen içinde insanlarla bir arada yaşamlarını sürdürmektedirler. Uzaylı olsun, insan olsun herkes bir şekilde yaşamını sürdürürken yeryüzüne bir uzaylı daha ayak basar. Dogura adlı gezegenin prensi, Prens Baka (baka, Japonca aptal anlamına geliyor) dünyaya zorunlu bir iniş gerçekleştirir ve Yukitaka Tsutsui’nin yanında kalmaya başlar. Daha ilk dakikalardan Yukitaka’yı bezdirmeyi başaran prens, dediğine göre hafızasını kaybetmiştir. Fakat kesin olan tek bir şey vardır ki prensin dünyaya ayak basması ile ne Yukitaka’nın ne de dünyadaki herhangi birinin yaşamı artık eskisi gibi olmayacaktır. 


Level E isminin nereden geldiğini de kısa olarak anlatmak istiyorum. Manganın adı ilk olarak “Alien Crises” olarak planlanmış fakat bu isim seri hakkında çok fazla detay verdiği için manganın yazarı Yoshihiro Togashi’den ismin değiştirilmesi istenmiş. Togashi’de “Level 4” adlı bir videokaseti kiraladıktan sonra mangasına “Alien” kelimesinin ilk harfini koyarak Level E koymuş. Lakin Alien kelimesi A ile başlıyor ama Togashi okunuşu olan (eliyın:) E harfini koyunca editörler bu hatayı kendisine iletmiş ama Togashi Level E ismi ile animeyi bağdaştırınca değiştirmeye gerek duymamış. 

Level E’nin ilk üç bölümü sarışın prensimizin dünyaya ayak basması, Yukitaka ve çevresi ile yaşadıkları ve nasıl acayip hınzır, başkalarının çektiklerinden zevk alan ama aynı zamanda nasıl bir dahi olduğunu gözler önüne seriyor ki bu üç bölüm için mükemmel ötesi bile derim. Prens yüzünden gelişen gariplikler komedi ile öyle güzel birleştirilmiş ki şahsen ben çok eğlendim. Üçüncü bölümden sonra ise deyim yerindeyse anime kabuk değiştiriyor. Şöyle ki, ilk üç bölüm belirli bir konuyu takip ediyor ama geri kalan bölümler kendi içinde kendi konularına ayrılmış durumda. Yani dördüncü bölümden sonra anime belirli bir hikâyeyi takip etmiyor. Üçüncü bölümden sonra anime tam 6 senaryoyu daha işliyor ve kimilerinde prens başroldeyken kimilerinde arka planda. Açıkçası Macbac prensesinin dünyaya eş aramak için geldiği iki bölüm dışında (ki bu iki bölümü de hiç beğenmedim) bölümler fena değil ama o ilk üç bölümdeki mükemmel atmosfer de yok. Yani prensin beş arkadaşı zorla Color Rangers kahramanlarına dönüştürüp prensesi kurtarmayı zorlamasını da gayet beğendim ama dediğim gibi ilk üç bölüm bambaşkaydı. Hatta dördüncü bölüm karşıma tamamen farklı bir hikâye çıkınca çok şaşırmıştım. Kısaca özetlersem ilk üç bölüm hem hikâyesi hem komedi yönü ile şahane, diğer bölümlerde konu bütünlüğü yok ama Macbac bölümleri hariç onlar da gayet seyri zevkli bölümler. 


Animenin çizimlerini ilk gördüğümde biraz şaşırmıştım çünkü Level E’de nostaljik bir hava var. Level E’yi gördüğümde aklıma ilk olarak nedense Slam Dunk ve Yukitaka’yı gördükten sonra da Yu Yu Hakusho geldi aklıma ve sonradan bunun sebebini de gördüm. Animenin mangası eski, 95 ve 97 yılları arasında yayınlanmış ve Yu Yu Hakusho’da zaten Mangaka Togashi’ye aitmiş. Anlayacağınız çizimler eski animeleri anımsatıyor ve sizi eskilere götürebilir. Karakterler ise daha çok gerçekçi karakterler olarak karşımıza çıkıyor. Yani kocaman gözlü anime karakterleri değil de daha normaller. Elbette prens hariç. Uzun sarı saçları ve kadınsı görünümü ile tam bir şeytan olan prens, herkese pabucunu ters giydiriyor. Animenin kapanış parçasını pek beğenmedim ama açılış parçası oldukça güzel ve hareketli. Anime esnasında çalan parçalarda genel olarak iyiler. Bir sözüm de Türkçe altyazılara yönelik olacak. Animenin İngilizce altyazısı genelde küçük çaplı argo kelimeler içeriyorken “thiefpliskin”e ait olan çevirilerde çok net küfürler kullanılmış. Lakin benim sözüm kötü yönde değil. Tamam, ağır küfürler yer alıyor ama günlük konuşma tarzına öyle bir uymuş ki karakterler resmen Türk gibi hareket edip küfrediyor. Yani küfrü savunduğumdan değil ama hakikatten kullanılan terimler cuk oturmuş ve aslında hepimizin günlük hayatta kullandığı birçok kelime animeye tam oturmuş. Hani başka animede böyle bir çeviri yöntemine gidilse berbat bir durum oluşabilirmiş ama Level E’de karakterlerin tavırları ile bu altyazılar harika bir uyum içinde.

Level E, ilk üç bölümü hariç fazla bir yenilik sunmuyor ama başta prens olmak üzere tüm karakterler başarılı ve animenin eğlence dozu daima yüksek. Şahsen ben izlerken keyifli dakikalar geçirdim ve komedi tarzında okullu animelerden sıkılanlar için alternatif bir anime olarak düşünüyorum. 

11 Kasım 2013 Pazartesi

Kotonoha no Niwa

Yönetmen: Makoto Shinkai
Stüdyo: CoMix Wave Films
Tür: Dram, Romantik
Yapım Yılı: 2013
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/7.5














  


Byousoku 5 Centimeter veya Hoshi o Ou Kodomo gibi filmlerin de yönetmen koltuğunda oturan Makoto Shinkai’in elinden çıkma bir anime olan Kotonoha no Niwa (İngilizce adı ile The Garden of Words) 45 dakika uzunluğunda kısa bir film olarak çıkıyor karşımıza. Takao Akizuki adındaki liseye yeni başlamış genç ayakkabılara ve ayakkabı yapımına düşkün bir gençtir. Ve bu ilgisini ileride mesleğe dönüştürmenin hayalindedir. Takao yağmurlu günleri çok sevmektedir ve yağmur yağan her günde okulun ilk derslerini asarak parayla girilen bir bahçeye (animede ismi geçmiyor ama söz konusu yer Shinjuku Gyoen Ulusal Bahçesi’nden esinlenmiştir) gider. Burada da üstü kapalı bir çardağa oturarak ayakkabı eskizleri üzerine çalışır. Yine yağmurlu bir günde bahçeye ve çardağına gittiğinde Takao, çardakta oturan Yukari Yukino adındaki bayanla karşılaşır. Ve günler geçtikçe, daha doğrusu her yağmurlu günde karşılaşmaya devam ederler ve birbirleri ile sohbet etmeye başlarlar. Birbirlerinin isimlerini bilmezler ve her ikisinin de derdi, tasası ayrıdır ama ortak bir özellikleri vardır. Her ikisi de yağmurlu günleri ve çardakta geçirdikleri zamanı iple çekmektedirler. 


Kotonoha no Niwa, belirli bir senaryo üzerinde yoğunlaşmaktan ziyade Takao ve Yukino’nun yaşamları ve beraberce çardakta geçirdikleri zamanı ele alıyor. Animenin ilk yarısı daha çok Takao üzerine ve dul bir anne ile kendi düzenini kurmaya hazırlanan bir abi ile yaşaması, ayakkabı malzemeleri almak için yarı zamanlı işlerde çalışması, hayallerine sımsıkı sarılmasını bizlere yansıtıyor. Ortalama bir yirmi – yirmi beş dakika geçtikten sonra da Yukino daha çok ön plana çıkıyor ve onun arka planına göz atıyoruz. Sonlara doğru da zaten ilgi ikisine eşit paylaştırılıyor ve anime doruk noktasına ulaşıyor. İki bölüm uzunluğunda bir film olan bu animeden hızlı sahneler, aksiyon veya komedi beklemek hata olur. Bahsettiğim gibi anime insan ilişkileri üzerine kurulu ve dram yönü başta olmak üzere romantik yönü ağır bir anime. Romantik dediysem de öyle lise aşkları falan beklemeyin. Demek istediğim anime iki farklı karakterin hayatını anlatıyor ve bu yüzden başta küçük yaştaki anime severler olmak üzere bazı kesimlere sıkıcı gelebilir. Fakat bu tarz hayatın içinden, duygusal animelerden hoşlananlar için de ideal bir anime. Şahsen ben bu iki kesimin ortalarında bir yerdeyim. Animeden katiyen sıkılmadım ama öyle şahane, sürükleyici bulduğumu da söyleyemem. 


Büyük bir bölümü bir bahçede geçtiği için yeşil tonun hâkim olduğu animenin çizimleri inanılmaz derecede güzel. CGI (Computer Generated Imagery) tekniği kullanılmış animede görüntü hem gerçek hem de anime:) Yani hem çok gerçekçi ama aynı zamanda anime özelliğini yitirmemiş. Yeşil bahçenin keskin ve net tonlamaları, bir nesnenin ön planda olduğunu gösterirkenki buğulama efektleri falan her şey dört dörtlük. Karakterler de bir o kadar başarılı ve arka plan üzerinde asla sırıtmıyorlar. Anlayacağınız, Kotonoha no Niwa’nın senaryosu bir yana, bu animede 45 dakikalık görsel bir şölen var. Animenin bir açılış parçası yok ama giriş güzel bir melodi ile yapılıyor. Kapanış ise artık animenin son görüntülerine eşlik eden duygusal bir parça ile gerçekleşiyor. Genel olarak müzikler de gayet başarılı ve filme aykırı gelmiş, uymamış diyebileceğim bir durum bulunmuyor.

45 dakikalık uzunluğu ile kısa bir film diyebileceğimiz Kotonoha no Niwa’dan ben fazla etkilenmedim ama yine de izlenmeye değer bir anime olarak düşünüyorum. Takao’nun ve Yukino hikâyesi beni pek heyecanlandırmadı ama sıkmadı da. Yapımın süresi kısa, bu yüzden bir göz atmak isteyebilirsiniz.

9 Kasım 2013 Cumartesi

Shinsekai Yori

Yönetmen: Masashi Ishihama
Stüdyo: A–1 Pictures
Tür: Dram, Fantastik, Bilimkurgu
Yapım Yılı: 2012
Bölüm Sayısı: 25
Anime Puanı: 10/4.5

















Yusuke Kishi’nin aynı adlı romanından uyarlanan Shinsekai Yori, günümüzden bin sene sonrasında geçiyor. 2011 yılında psikokinetik (basitçe animede “cantus” adı verilen bir güçle nesneleri zihinden yönetebilmek. X-Men’deki Jean Grey gibi mesela) güçlere sahip insanlar boy göstermeye başlamıştır. Ve birçoğu bu durdurulamaz güçleri ile terör saçmaya başlamıştır. Akabinde bin bir olay boy göstermiş, klasik bir medeniyet çöküşü yaşanmıştır. Bin yıl sonrasında ise bir şekilde düzen ve barış sağlanabilmiştir. Saki, Satoru, Shun, Maria ve Mamoru adındaki beş arkadaş bir zamanlar Japonya’nın Kanto bölgesi olarak adlandırılan dağlık bir bölgede, Kamisu 66 numaralı Bölge adlı yerde yaşamaktadırlar. Yaşadıkları yerde herkes cantus adındaki güce sahiptir ve güçleri açığa çıkmaya başladıktan sonra eğitimini de almaya başlarlar. Saki ve arkadaşları, okul ödevi için çıktıkları kano yolculuğunda ve karşılaşmamaları gereken bir şey ile karşılaşarak cantus’un aslında ne olduğunu, antik çağlar olarak adlandırılan bin sene öncesinde neler yaşandığını ve en önemlisi kanlı tarihlerini öğrenirler. O günden sonra da hayatları hiçbir zaman eski haline dönmez ve hayatlarını yakından etkileyecek maceralar yaşamaya başlarlar. 


Shinsekai Yori’nin ilk bölümleri oldukça etkileyici ve merak uyandırıcı. Bin yıl önce yaşananlar ve bin yıl sonrasında kurulan ütopik yaşam tarzı derken anime ilgiyi üzerine çekmeyi başarıyor. Lakin özellikle benim için sekizinci bölümden sonra animenin izlediği yol tam bir hayal kırıklığı oluşturdu. Ben daha çok geçmiş üzerinde yoğunlaşılır, çöken medeniyet şehirleri bizlere sunulur diye beklerken olay her bölümde “Monster Rats” adı verilen ırkla yaşanan ilişkiler üzerine yoğunlaşıyor. Bu ırk görünüş olarak farelere ve hamsterlere benzeyen ama bir insanın zekasına sahip olan (tabi cantus’ları da yok) ve koloni şeklinde yaşayan ırklardır. Beklediğimden tamamen farklı bir senaryonun karşıma çıkması ve karakterlerin ergen hallerinin iğrenç olması beni her bölüm biraz daha soğuttu. Ergen halleri dedim çünkü anime başladığında Saki ve arkadaşları çocuk ve sekizinci bölümden sonra 15 – 16 yaşlarına geliyorlar ve daha sonrada yetişkin oluyorlar. Bu aslında güzel bir şey çünkü tüm yaşamlarına tanıklık ediyoruz ama dediğim gibi beni senaryonun gidişatı hiç sarmadı. Öte yandan flashbackler, dram ve heyecan yönü tavan yapan sahneler oldukça başarılı. Ayrıca belki senaryoyu beğenmemiş olabilirim ama sonunda açıklanan gelişmeler gerçekten çok ilginçti. Kısacası zaman zaman animeyi bırakmayı dahi düşündüm ama gerilimli anlar ve yaşanan ilginç gelişmeler bir nebze ilgimi animenin üzerinde tutmayı başardı.


Animenin çizimleri genel olarak başarılı. Aktarılan atmosfer, dağlık ve yeşillik bölgenin sunulması başarılı. Karakterler ise daha iyi olabilirmiş çünkü kız – erkek fark etmez yüzleri birbirlerine benziyor. Yani karakterleri saçlarından seçmeye çalışıyordum. Bunun dışında klasik anime karakterleriler. Herkes güzel, herkesin saçının rengi farklı. Çocuk olan karakterler ergenlik çağında girdiklerinde tam “bishonen” karakterlere dönüşüyorlar ve olaylar bayağı bir çarpıklaşıyor. Erkek olan Satoru Shun’un peşinde, Saki de Shun’un peşinde, kız olan Maria da Saki’nin peşinde ve Maria’nın peşinde bir Mamoru ile tanışıyoruz. Neyse ki bu durum fazla uzun sürmüyor ve büyüdüklerinde akılları başlarına geliyor diyelim ve geçelim. Müzikler ise animenin en iyi yönü. Animenin belirli bir açılış parçası yok ve iki kapanış parçasını pek başarılı bulmadım ama bölümler esnasında çalan parçalar on numara. Yani hiçbir şey olmasa bile bu müzikler çaldığında atmosfer kat ve kat artıyor.

Shinsekai Yori tartışmasız çok başarılı ve ilgi çekici bir başlangıç yapıyor ve akabinde izleyicisini sevmeye devam edenler ve etmeyenler olarak ikiye ayırıyor. Senaryonun gidişatından hoşlanırsanız sizleri başarılı bir anime bekliyor olabilir ama benim gibi ikinci torbadaysanız birkaç ilgi çekici sahne dışında sizleri zor bir süreç bekliyor olur. 

29 Ekim 2013 Salı

Servant x Service

Yönetmen: Yasutaka Yamamoto
Stüdyo: A–1 Pictures
Tür: Komedi, Romantik
Yapım Yılı: 2013
Bölüm Sayısı: 13
Anime Puanı: 10/7

Servant x Service, aslında izlediğimiz animelerden farklı bir şekilde karşımıza çıkmıyor. Anime okul – komedi türünden alışık olduğumuz temayı ofis ortamına taşıyarak küçük bir değişiklik yapmış. Anime kurgusal bir şehirde geçiyor ve sağlık bakanlığına bağlı bir bölüme yeni atanmış üç genç memurun işe başlaması ile başlıyor. İşini iyi yapmaya çalışan ve ismi yüzünden her daim ilgi ve sıkıntı çekmiş Yamagami Lucy, sürekli kaytarmanın peşindeki Hasebe Yutaka ve çekingen kişiliği ile Miyoshi Saya yeni atanmış üç taze memurdur. İş arkadaşları Chihaya ve Ichimiya da eklenince animede beş adet karakter öne çıkıyor. 13 boyunca da ofisteki ilişkiler, yaşanan komediler ve yine çoğunlukla komedi olsa da romantik ilişkiler ele alınıyor. 


Yukarıdaki paragrafımda biraz anlatmaya çalıştım ama animenin öyle belirli bir konusu yok. Olaydan ziyade daha çok karakterlerin birbirleri ile olan ilişkisi göz önüne alınıyor ve animenin en zevkli, kendisini izlettiren kısmı da Lucy ile Hasebe’nin yaşadıkları. Özellikle Hasebe için animenin bel kemiği diyebilirim. Sürekli kaytarmaya çalışması, kaytardığı halde işini yapabilmeyi de becermesi ve Lucy ile didişmeleri, ona sürekli çıkma teklifi etmesi izlenmeye değer. Lucy de gayet eğlenceli (özellikle saflığı ile) bir karakter ama diğer karakterler maalesef o kadar iyi değiller. Ichimiya ve Chihaya’nın ilişkileri açıkçası sıkıcı ve Ichimiya’nın kardeşi Toko da bana göre sinir bozucu. Miyoshi de maalesef animeyi hareketlendiremiyor. Hele ilerleyen bölümlerde saçma bir şekilde bölüm müdürü sunuluyor ki bizlere tam evlere şenlik. Keşke olmasaymış diyorum müdür için çünkü hakikatten çok aykırı ve saçma duruyor. Yani anlayacağınız, Lucy ve Hasebe animeyi götüren isimler ve onları izlemek büyük bir zevk. Bu iki karakteri animeden çıkardığınızda geriye ne yazık ki fazla bir şey kalmıyor. Neyse ki en çok onlar ön planda. 


Animenin çizimleri hoş ve sevimliler. Ofis ortamı keşke her ofis böyle olsa dedirtecek cinsten neşeli. Çizimlerde tuhaf duran, olmamış dediğim (yine müdür dışında) bir durum yok. Karakter çizimleri de memur karakterlere uygun cinsten, abartılı değil. Karakter çizimleri bakımından bir tek Toko’nun gözünün altındaki sürekli duran sinirlilik ifadesine anlam veremedim, o kadar. Anime esnasında çalan parça seçimleri çok hoş. Özellikle trajikomik durumlarda çalan parçalar harika. Son olarak açılış parçası eğlenceli bir parça ama kapanış parçasını beğenmediğimi belirtmek isterim.

Servant x Service için kısaca kendi halinde sevimli bir anime diyebilirim. Lucy ve Hasebe’nin muhabbeti izlenmeye değer. Zaten dediğim gibi bu sevimli ikili animeyi ayakta tutuyor ve olmasalarmış anime de olmazmış. Sonuç olarak Servant x Service beklentiler yüksek olmadan izlenebilecek türden bir anime. 

24 Ekim 2013 Perşembe

Free!

Yönetmen: Hiroko Utsumi
Stüdyo: Kyoto Animation
Tür: Spor
Yapım Yılı: 2013
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/7



Free! (Uzun adı ile Free – Iwatobi Swim Club) klasik kulüp kur, çok çalış, ilk hedefimiz bölgesel sonra ülkesel sonra da Akdeniz ileri tarzında, alışageldiğimiz bir anime olarak çıkıyor karşımıza. Tek farkı ise futboldan, basketboldan farklı olarak yüzmeyi ele alması. Haruka, Makoto, Nagisa ve Rin, ilkokulda sıkı arkadaştırlar ve beraber yüzmektedirler. Dört kişi ile katılması zorunlu olan yarışı (relay – bayrak koşusu) kazandıktan sonra Rin, olimpik yüzücü olabilmek için Avustralya’ya okumaya gider. Aradan seneler geçer ve Haruka, Makoto ve Nagisa tekrar lisede bir araya gelir. Eskiden yüzdükleri ve yakında yıkılacak olan yüzme tesisini gezerken beklenmedik bir şekilde karşılarına değişmiş bir Rin çıkar ve Haruka’ya yüzmek için meydan okur. Rin kazanır ama tatmin olmaz. Bu olayların üzerine Nagisa, okudukları Iwatobi Lisesi’nin yüzme kulübünü tekrar hayata geçirmeye karar verir. İkna olduktan sonra Haruka, Makoto, Nagisa ve sonradan katılacak olan Rei ile kulüp resmi olarak açılır ve turnuva hazırlıkları başlar. Bunun haberini alan Rin de gittiği okul olan Samezuka Akademisi’nin yüzme takımına katılır ve Haruka’yı doğru düzgün bir yarışta yeneceğine dair kendine söz verir. Elbette Haruka’nın da aklı sürekli Rin’dedir. 


Animenin ilk olarak dört ve Rei’in de eklenmesi ile beş ana karakteri bulunmakta. Karakterlerimizi kısa bilgiler vererek tanıtacak olursam;

Haruka Nanase: Serinin odak karakteri diyebiliriz. Sessiz kişiliği ve çok az konuşarak çok az mimik sunması bana biraz itici gelse de kendisi yüzmeyi ve suyu çok sevmektedir. En sevdiği yüzme stili de animeye de adını veren Freestyle (Serbest Stil) yüzmektir.

Makoto Tachibana: Makoto, Haruka’nın en eski arkadaşıdır. Haruka’nın aksine daha neşeli ve atılgandır. Boylu poslu olmasına rağmen Makoto’yu korkutmak kolaydır. Geçmişte yaşadığı bir olay yüzünden denizden çekinen Makoto sırtüstü yüzmektedir.

Nagisa Hazuki: Ekibin en enerji dolu ve neşe saçan üyesi olan Nagisa, Haruka ve Makoto’dan bir yaş küçüktür. Iwatobi’de yüzme kulübünü yeniden açma fikrinin sahibidir ve tarz olarak kurbağalama yüzmektedir.

Rei Ryugazaki: İlk bakışta karizmatik gözükse de ve yüksek bir zekâya sahip olsa da kendisini sürekli Nagisa’nın avucunun içinde bulan Rei, yüzme kulübüne koşu kulübünden gelerek katılmıştır. Kulübe katıldığında yüzme dahi bilmeyen Rei, kelebekleme yüzmede ustalaşmaya çalışmaktadır.

Rin Matsuoka: Haruka’nın ilkokul arkadaşı ve şimdiki rakibi olan Rin, olimpik yüzücü olmak istemektedir. Avustralya’ya gidip geldikten sonra ne değişti bilemeyiz ama eski kişiliğinden eser kalmamıştır. 


Animenin hikâyesi hakkında ek olarak anlatabileceğim farklı bir durum yok. Dediğim gibi klasik hikâye bizlere bir de yüzme ile sunuluyor. İki dostun rakip olması, sıfırdan kulüp kurulup antrenman kamplarına gitmek falan daha önce gördüğümüz şeyler. Tek söyleyebileceğim hikâye tanıdık olmasına rağmen yine de kendisini izlettiriyor. Sanırsam bunda işlenen sporun yüzme olmasının ektisi büyük. Animede yine bu tarzdan alıştığımız komedi ile süslenme olayına da girilmemiş. Anime genelde normal ve ciddi arasında gidip geliyor. Yüzme sahnelerini ise gayet başarılı buldum. Yüzerken öyle diğer spor temalı animelerdeki gibi (Tsubasa örneğine girmek istemiyorum ama Kuroko no Baske diyelim mesela:) abartı olayı yok. Elemanlar gayet normal ve gerçekçi bir çizgide ilerleyerek yüzüyor.

Free!’nin çizimleri rengârenk ve klasik anime tarzındalar. Mavi saçtan tutun mor saça kadar tüm renkler mevcut ve erkeklerimiz kaslı vücutları ile göz dolduruyor. Ayrıca animede çirkin diye bir kavram katiyen yok. Her şey, herkes çok güzel:) Tüm karakterlerimiz yakışıklıdan ziyade güzeller ve arada “dark side”a (burada doğrusu herhalde rainbow side olur:) geçiyormuş gibi olsa da birkaç kez birbirlerinin nefes mesafesine girme ve mayoluyken sarmaş dolaş olma durumu dışında ağır bir “bishonen” yok karşımızda. Bu yüzden o tarzdan hoşlanmıyorsanız bile Free! izlenebilir bir anime. Yani ben bile izlediysem herkes izleyebilir diyebilirim. Animenin açılış parçası güzel ve kapanış parçası (özellikle çöl temalı klipi ile) daha da başarılı. Bölümler esnasında çalan parçalar için de söyleyebileceğim bir söz yok.

Sonuç olarak Free! izleyenine yüzme sporu dışında farklı bir yenilik sunmuyor ve alıştığımız şeyler yüzmek ile harmanlanarak tekrar bizlere sunulmuş. Tabi bu demek değildir ki anime kötü. Anime gayet izlenebilir bir anime ve şahsen ben de ikinci sezonu bekleyenler arasında olacağım. 

20 Ekim 2013 Pazar

Aku no Hana

Yönetmen: Hiroshi Nagahama
Stüdyo: Zexcs
Tür: Dram, Psikolojik
Yapım Yılı: 2013
Bölüm Sayısı: 13
Anime Puanı: 10/6.5



Farklı çizim tekniği ile karşımıza çıkan Aku no Hana, küçük bir kasabada yaşayan Takao Kasuga’nın hayatının normal iken nasıl sıra dışı, daha doğrusu nasıl bir kâbusa dönüştüğünü konu alıyor. Pek bir özelliği olmayan sakin bir kasabada yaşayan Takao kitap okumayı çok sevmektedir ve kimsenin adını dahi bilmediği kitaplara sahiptir. Yaşadığı kasaba deyim yerindeyse kendisine dar gelmektedir ve diğer insanların onu hiçbir zaman anlayamayacağını düşünmektedir. Kasuga’ya göre yaşadığı kasabanın tek güzel şeyi sınıf arkadaşı Saeki’dir. Kasuga, Saeki’ye aşıktır ama kişiliği gereği bir türlü açılamıyor, onu uzaktan seviyordur. Günün birinde Kasuga arkadaşları ile evine dönerken kitabını unuttuğunu fark eder ve okuluna, sınıfına geri döner. Kitabını aldıktan sonra Saeki’nin içinde beden dersi kıyafetlerinin bulunduğu bohçasının yerde durduğunu fark eder. Ve işte o andan itibaren Kasuga için kötülüğün çiçekleri (Aku no Hana) filizlenmeye başlar. Kasuga merakına yenik düşerek Saeki’nin kıyafetlerinin bulunduğu bohçayı eline alır ve kıyafetleri çıkarır. Aslında kötü bir niyeti olmasa da yakalanırsa adının sapığa çıkacağının da farkındadır. Derken bir tıkırtı duyar ve paniğe kapılan Kasuga, Saeki’nin beden kıyafetlerini kaparak okulu terk eder. Ertesi gün ise okuldan eve dönerken sınıfta Kasuga’nın arkasında oturan, yalnız takılan ve hocalarına karşı küfür etmekten kaçınmayan Nakamura, Kasuga’nın önünü keser. Nakamura her şeyi gördüğünü Kasuga’nın yüzüne vurur ve eğer onunla “bir anlaşma” yapmazsa her şeyi herkese anlatacağını, Kasuga’nın aslında nasıl bir sapık olduğunu duyuracağını söyleyerek onu tehdit eder. Şoke olan ve paniğe kapılan Kasuga bu teklifi mecbur kabul eder ve Nakamura’yı sarmış olan kötülüğün çiçekleri Kasuga’yı da her geçen gün biraz daha sarmalamaya başlar.


Aku no Hana ilk bakışta sanki doğaüstü içerikli bir animeymiş gibi algılanabilir fakat animede doğaüstü veya fantastik herhangi bir durum söz konusu değil. Anime tamamen karakterlere ve psikolojik etkenlere dayanıyor. Kasuga’nın hayatının bir hata ile altüst olması, Nakamura’nın sapkın düşünceleri ve yaşananlar ele alınıyor. Ayrıca animeden hareketli sahneler, aksiyon gibi sahneler de beklememek lazım. Animeyi ayakta tutan tek şey merak. Kasuga şimdi ne yapacak, şimdi ne olacak sorusu animeyi ayakta tutan tek şey. Özellikle bölüm sonları öyle bir bitiyor ki, hani bütün bölümde bir şey olmasa bile sanki sezon finali edasında havada, merak içinde bırakılması çok başarılı. Merak unsuru dışında fazla bir şey beklemeyin. Zaten merak olayı da son bölümlere doğru azalmaya başlıyor ve şahsen animenin son üç – dört bölümündeki gidişatını pek beğenmedim. Ve yarım bittiği için insan iyice düş kırıklığına uğrayabiliyor. Yani ben sırf Kasuga ne yapacak diye sonuna kadar izledim ve istediğimi elde edemedim. 


Animenin en farklı yönü ise şüphesiz çizimleri. Mangasından farklı olarak karakterler daha bir olgun karşımıza çıkıyor ve animede “rotoscoping” adlı teknik kullanılmış. Detayları bilmiyorum ama anime için gerçek karakterler kullanılmış. (Buradan gerçek karakterleri görebilirsiniz.) Bu çizim tekniği ilk bakışta çok yadırganabilir ama ben genel olarak beğendim. Bir kere bundan gerçekçi karakterler olamaz. Karakterler, duruşları ve tavırları gerçek yaşamla neredeyse birebir. Doğal olarak komiklik efektleri gibi farklı efektler animede yok. Tek beğenmediğim yönü, karakterler uzaktayken yüzlerinin gözükmemesi ve yakınlaştıkça önce gözlerinin, daha da yakınlaştıkça sonra ağızlarının aniden ortaya çıkması. Arka plan çizimleri ise bence mükemmel. Diğer animelerde sunulan pırıl pırıl caddelerin, binaların aksine arka plan çizimleri de bir hayli gerçekçi. Yani duvardaki kararmalardan düşünün, paslanmalara kadar birçok ayrıntı düşünülmüş ve çok gerçekçi duruyorlar. Son olarak müziklere değinecek olursam, onlar için biraz zayıf diyebilirim. Açılış parçası kötü ve sadece yazılar geçiyor. Zira kapanış parçasında da sadece yazılar geçiyor ama çalan parça güzel olmamasına karşın bağımlılık yapıyor. Kapanışta çok ilginç ve tüyler ürperten değişik bir parça çalıyor ve insanın dinledikçe dinleyesi geliyor.

Aku no Hana, insan ilişkisini işleyen ve psikolojik etmenlerin ön planda olduğu ilginç ve çizimleri ile tuhaf bir anime. En büyük eksisi yarım bitmesi ve tarz olarak da herkese hitap etmez. Eğer sadece bu tarz konuşmaların ve davranışların ön planda olduğu animeler ilginizi çekiyor ise göz atın derim. Değişik çizimleri ise sizleri yanıltmasın, bence seriye gayet yakışmışlar