30 Aralık 2012 Pazar

Berserk Golden Age Arc 2: The Battle for Doldrey

Yönetmen: Toshiyuki Kubooka  
Stüdyo: Studio 4C
Tür: Macera, Dram, Fantastik
Yapım Yılı: 2012
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/9.5











Mangasının Golden Arc hikâyesini konu alan ikinci film; Berserk Altın Çağın Hikâyesi 2: Doldrey Savaşı, ilk film olan Berserk Altın Çağın Hikâyesi 1: Ulu Hükümdarın Yumurtası’ndan sonra Bluray olarak sevenleri ile buluştu. Berserk adlı eserin 1997 yapımı animesine buradan, bir önceki film olan Ulu Hükümdarın Yumurtası’na da buradan ulaşabilirsiniz.

Aslında ikinci film olan Doldrey Savaşı için fazla söyleyebileceğim bir şey yok. Bildiğiniz gibi Guts’ın gençlik yıllarını konu alan ilk filmin devamı bu anime filmi. Bu yüzden tekrar animenin konusuna veya karakterlere girmeyeceğim. Zaten yukarıdaki linklerden hem anime serisinin hem de ilk filminin konusuna (gerçi ikisi de aynı) ulaşabilirsiniz. İlk filmde Guts’ın Griffith’in Şahinler Takımı’na katılışını ve giderek yükselişini konu alıyordu. İkinci filmde de Şahinler Takımı’nın kimsenin yüz binlerce askerle alamadığı Doldrey kalesini kuşatmasını, Griffith’in Guts, Casca ve diğerlerinin yardımı ile durdurulamaz yükselişini, Guts ve Casca’nın yakınlaşması ve Guts’ın Griffith onu dengi olarak görmesi için kendi hayalinin peşinden gitmek üzere çeteden ayrılmasını konu alıyor.

İkinci Berserk filminin süresi yaklaşık yüz dakika ve ilkinden yirmi dakika daha uzun sürüyor. Yinede mangada olan birkaç şey filmde kesilmiş. Griffith’in Doldrey Kalesi’nin valisi Gennon ile olan geçmişi (flashback’i), Guts’ın savaş alanında General Boscone ile dövüşürken sanırım kılıcı kırıldığında Zodd’un Guts’a kendi kılıcını atması ve son olarak Kraliçenin Griffith’e kurduğu kumpas ve sonunda kendisini bekleyen acı son anime filminde yer almıyor. Bunlar için mangasına göz atmak zorundasınız. Elbette tüm bunları ve daha çok detayı görmek isterdik ama sunulanlar da gerçekten göz kamaştırıcı. Çizimlerdeki müthiş detaylar, senaryonun akışı, Berserk içeriğine sahip olması filmi harika kılmaya yetmiş bile. Özellikle ormanda Guts’ın yüze yakın düşman askerini katletmesi harika olmuş. Kılıç sallarkenki detaylar, kopan uzuvlar, akan kanlar harika.

Animenin çizimleri için tek kelime ile mükemmel diyebilirim. İlk filmde küçük bir kesimin şikâyet ettiği CGI (Computer Generated Imagery) çizim tekniği gördüğüm kadarı ile bu sefer biraz daha arka planda kalmış. Bahsettiğim savaş sahneleri, dövüşlerdeki akıcılık ve görsellik gerçekten üst düzey. Filmde birkaç yerde cinsellik de mevcut ve eğer bunları görmek istemiyorsanız sansürlü sürümünü tercih edebilirsiniz. Seslendirmeler ve müzikler için de on numara dersem yalan olmaz. Susumu Hirasawa’nın açılış parçası, seri esnasında çalan müzikler animeyi çok iyi tamamlıyor.

Golden Arc serisinin son filmi “Descent” Şubat 2013’te Japonya’da vizyona girecek. Yani tahminen bizler 2013’ün yazında filmi izleme fırsatı bulacağız. Umarım bu filmle Altın Çağ serisine yakışır bir final yaparız ve sürekli gelmemesine şikâyet ettiğim, hasretini çektiğim devam kısımlarına, Retribution Arc, Millenium Falcon Arc ve Fantasia Arc bölümlerine, Guts’un Berserk zırhına kavuştuğu kısımlara, Femto’ya görkemli merhabalar deriz.

2012 yılının son incelemesini favori animem Berserk ile yapmak ayrı bir mutluluk verdi bana. Dediğim gibi inşallah Golden Arc serisi sona erdikten sonra anime filmleri kaldığı yerden devam eder. Umarız 2013 yılında Berserk gibi, GunGrave gibi, Cowboy Bebop gibi Death Note gibi birçok kaliteli anime izleme fırsatı yakalarız. Herkese iyi ve bol animeli yıllar diliyorum.



28 Aralık 2012 Cuma

Sword Art Online

Yönetmen: Tomohiko Ito
Stüdyo: A-1 Pictures
Tür: Macera, Fantastik, Bilimkurgu
Yapım Yılı: 2012
Bölüm Sayısı: 25
Anime Puanı: 10/7
















2022 yılında, beta sürümünden sonra büyük bir sükse ile bir Virtual Reality Massively Multiplayer Online Role-Playing Game (VRMMORPG) yani Sanal Gerçeklik Çok Kişilik Çevrimiçi Rol Yapma Oyunu olan Sword Art Online (SAO) piyasaya sürülmüştür. Nerve Gear adındaki aygıtı kullanıcısının kafasına geçirerek Matrix misali sanal gerçekliğe geçtiği oyunda, kullanıcı Nerve Gear sayesinde gerçek hayattaymış gibi karakterini kontrol edebilmekte ve beyin dalgalarına yollanan sinyaller sayesinde beş duyusunu da kullanabilmektedir. 6 Kasım 2022 günü, yani Sword Art Online’nın serverlerinin resmi olarak açıldığı gün, beta testlerine de katılan Kirito lakaplı Kirigaya Kazuto da resmi olarak beta karakteri ile (tabi level 1 olarak) oyuna katılır. Kirito, devasa sanal dünyaya alışıktır. Sword Art Online’da amaç 100. kata ulaşıp son bossu yenmektir. Kirito ilk gün Klein adında bir arkadaş da edinir ve Kirito ona temel şeyleri öğretir. Günün sonunda ise Klein oyundan çıkmak ister ama bir sorun vardır; logout yani oyundan çıkış butonu yoktur. Kirito ve Klein acaba bir bug mu falan derken tüm oyuncular başlangıç kasabasına ışınlanır ve oyunun yaratıcısı Kayaba Akihiko herkese olan biteni anlatır. Akihiko’nun dediğine göre çıkış butonu artık oyunda yoktur ve herkes SAO dünyasında mahsur kalmıştır. Oyundan çıkmanın tek yolu ya oyunu bitirmektir ya da ölmektir. Lakin şöyle bir gerçeklikte vardır; eğer oyunda ölürseniz Nerve Gear gerçek dünyadaki beyninizi kızartarak gerçekte de ölümünüze yol açacaktır. Anlayacağınız üzere animede de Kirito’nun sanal dünyadaki hayatta kalma ve oyunu bitirme mücadelesine tanıklık ediyoruz.

Sword Art Online’nın konusu eminim bana geldiği size de ilginç geleceğinden eminim. Ben online oyun seven birisi olmasam da RPG tarzındaki oyunları severim ve SAO’nun konusu bana Poznanski’nin Erebos adlı kitabını (ki kitabı herkese öneririm) anımsattı ve SAO’dan beklentilerim bayağı bir yüksekti. RPG temalı fantastik bir dünyada kapana sıkışmak, gerçek bedeniniz yavaş yavaş erirken kılıçların konuştuğu, canavarların kol gezdiği yüz katlı bir dünyada hayatta kalmaya çalışmak, level atlamak, sanal dünyada arkadaşlıklar edinmek derken SAO’nun bayağı geniş ve derin bir kurguya sahip olabileceğini görüyoruz. Ama gelin görün ki büyük umutlarla başladığım anime bölümler ilerledikçe beni sarmamaya ve birazcık hayal kırıklığına uğratmaya başladı. İlk bölümlerde olaylar gayet ciddi olarak ilerliyor. Sonuçta düşünün, 10.000’e yakın kişi bedenleri bir nevi bitkisel hayatta sanal bir dünyada sıkışmış. Korkanlar, dayanamayıp intihar edenler, aklını kaçıranlar, liderlik vasıflarını sergileyenler, güç gösterisi yapanlar vs. derken çok ciddi bir durum ortaya çıkıyor. Doğal olarak ben kurgunun daha ciddi ilerlemesini, hayatta kalma mücadelesinin daha bir ön planda olmasını bekliyordum. Fakat gelin görün ki bölümler ilerledikçe anime bu kurgudan uzaklaşıp sıradan fantastik bir dünyada geçen bir anime haline gelmeye başlıyor. Nasıl desem; bir bölümde sadece balık tutuluyor, bir bölümde dedektifçilik oynanıyor, yok kılıç yaptırmak için malzeme falan toplanmaya gidiliyor derken ilk bölümlerde sizi çeken atmosfer balon gibi patlayıveriyor. Anlayacağınız sanki kimse gerçek dünyaya geri dönmeye çalışmıyormuş, kimse bunu takmıyormuş gibi bir hava yaratılmış ve dolayısıyla ben dediğim gibi senaryonun bu gidişinden biraz hayal kırıklığına uğradım.

Sword Art Online 13. bölümde sezon finali misali kabuk değiştirmeye başlıyor ve ben de bu değişiklikten bayağı bir ümitliydim. Lakin anime maalesef asıl düşüşü ikinci yarısında yaşıyor. Spoiler olmaması için bahsetmeyeceğim ama son bölümlere doğru bazen bölümleri hızlı hızlı geçmeye bile başladım. Birde en sonda (bundan sonrası hafif spoiler) 10.000 kişiyi oyuna hapseden, bunların yüzde otuzuna yakının ölümüne neden olan Akihiko sanki kahramanmış gibi lanse ediliyor ya (zaten daha başta bu olayı başlatma mazereti saçma) iyice soğudum animeden. Akabinde de mutlu bir sonla bitti zaten.

Senaryosunun zayıf ilerlemesine rağmen animenin elbette artı yönleri de yok değil. Öncelikle fantastik dünya çok güzel yaratılmış ve RPG unsurları ile (bildiğimiz yaşam puanları, iksirler, zırh ve kılıç satın alma, skill geliştirme vs.) çok iyi animeye monte edilmiş. Özellikle ilk bölümlerdeki o heyecanla ortaya harika bir şey çıkıvermiş. Dövüş sahneleri ve karakterler de bir hayli başarılı. İşte tüm bunlar sağlam bir kurguyla harmanlansaymış ortaya tadından yenmez bir anime çıkabilirmiş:) Son olarak, RPG’lere düşkün birisi olarak animede bazı mantık hataları da gözüme çarptı. Örneğin oyunu bitirmek için 100. kata çıkıp son bossu yenmen lazım ama diyelim A grubu bir katın bossunu yendiğinde B grubu da, yani bossla karşılaşmayan grupta oradan çıkabiliyor. Yani bir kişi bir bossu halletti mi diğer tüm herkes için de o boss ölmüş oluyor. Benim bildiğim oradan geçmek isteyen her karakter o bossu yenmek zorunda. Bir de Kirito nasıl bu kadar yüksek level olmuş, buna mantıklı bir açıklama getiremedim. Adam sürekli tek başına takılıyor ve onlarca birlikte çalışan guildlerden (grup) daha güçlü. Yine yanlış bilmiyorsam birkaç kişi ile tek bir kişinin kat ettiği yolu daha hızlı kat edebilirsin. Nitekim bunlar küçük ayrıntı ve belki ben burada yazmasam fark bile etmeyebilirdiniz:)

Kısaca çizimlerden bahsedecek olursam; SAO’nun çizimleri klasik anime çizimleri. Renkli saçlar, büyük gözler vs. Yukarıdaki paragrafımda da bahsettiğim gibi çok güzel fantastik bir dünya yaratılmış. Atmosfer size o sanal dünyayı yaşatmayı başarıyor. Animenin iki tane açılışı ve kapanışı mevcut. İlk açılış parçası için güzel diyebilirim ama geri kalanları için tarzım değil diyorum ve geçiyorum. Bölümler esnasında çalan müziklerde gayet başarılı ve gerçekten RPG oyunlarında çalan müziklere çok benziyor.

Sword Art Online’a ilk başladığımda kafamdaki puan dokuz veya dokuz buçuktu, ortalarına geldiğimde sekiz – sekiz buçuğa düştüm ve bitirdiğimde de yedi puan vermeyi kanaatimce uygun gördüm. Dediğim gibi yaratılan kurgu ve sanal fantastik dünya harika ama senaryonun ilerleyişi bana göre vasat. Animeye bir göz atın derim çünkü animeyi benden daha çok sevebilirseniz sizleri epey iyi bir anime bekliyor olabilir.



15 Aralık 2012 Cumartesi

Tsuritama

Yönetmen: Kenji Nakamura
Stüdyo: A-1 Pictures
Tür: Komedi, Bilimkurgu
Yapım Yılı: 2012
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/6
















Serinin kahramanı, kırmızı saçlı Yuki Sanada, büyükannesi ile beraber yaşamaktadır. Büyükannesi Kate’in işi sebebiyle ikisi sürekli taşınmak zorundadır. Bu yüzden Yuki kaldığı yerde uzun süre kalamadıkları için pek arkadaş edinemez ve diğer öğrencilerle iletişim kurma becerileri yok denecek kadar azdır. (Kalabalık gruplardan çok çekinir ve herkes ona bakınca garip bir kriz geçirir) Yuki ve büyükannesinin son durakları Enoshima adında küçük, sevimli bir adadır. Daha taşındıklarının ilk günü yeni evlerinin kapılarını belinde su tabancası, elinde bir olta ve kafasındaki balık akvaryumu ile isminin Haru ve kendisinin bir uzaylı olduğunu söyleyen sarışın ve neşeli bir çocuk çalıverir. Haru, Büyükanne Kate’e artık burada yaşayacağını ve Yuki ile arkadaş olarak balık tutacaklarını söyler. Tabi Yuki’nin aklı bu hızlı gelişen olaylar yüzünden biraz karışmıştır ama Haru onu balık tutmaya ikna eder. Lakin ikisi de nasıl balık tutulur bilmiyordur. Kasabanın balık tutma malzemeleri satan dükkânından sınıf arkadaşları Natsuki’nin Enoshima’nın “balıkçı prensi” olduğunu öğrenirler ve Natsuki’den yardım isterler. Bu arada, Akira Yamada adlı Hintli bir adam ise ördeği Tapioca ile beraber uzaktan ve gizlice Haru’yu izlemektedir. Görünüşe göre Haru’nun Enoshima hakkında kimsenin bilmediği bir sırrı vardır.

Tsuritama (Tsuri Japoncada balık tutmak anlamına gelmektedir) adlı animenin ilk bölümü aslında ilgi çekici çünkü balık tutma temalı bir animeye ben daha önce rastlamadım ve bu yüzden ilgimi çekti diyebilirim. Rengârenk çizimleri ile Enoshima ve uzaylı olduğunu söyleyen Haru derken ilk bölümler seyir zevki bakımından yüksek geçiyor. Fakat 3. veya 4. bölümden sonra maalesef Tsuritama bir düşüş yaşıyor. Nedeni ise balıkçılık teması bir süre sonra ilginçliğini kaybediyor ve animenin komedi yanı ise pek iyi değil. Bir – iki yer dışında ben pek güldüğümü hatırlamıyorum. Ayrıca Haru da bir yerden sonra bana itici gelmeye başladı. Bir uzaylı olarak (merak etmeyin, uzaylı olması sır değil. İlk bölümde öğreniyorsunuz) insanlarla nasıl yakınlık kuracağını falan belgesel tadında öğrenmesi beni biraz sıktı. Bu arada Büyükanne Kate her sizde kalacağım diyeni evine alıyorsa vay haline yani :) Hiç bu çocuğunun anası babası nerede, şak diye nereden çıktı diye sormak yok. Konudan fazla uzaklaşmadan; dediğim gibi anime bir şeyler vaat ederek başlıyor ama bölümlerin benim açımdan sıkıcı geçmesi, komedi yönünün oturamamış olması ve bazı diyalogların çok fazla uzaması epey puan kırmama neden oldu. Öte yandan balık tutma ve oltalar hakkında da epey şey öğreniyorsunuz. Tsuritama’dan sonra balık tutmanın bir sopanın ucuna ip bağlayarak yapılmayacağını anlamış bulunmaktayım.

Daha önce Kemono no Souja Erin ve ve Humanity Has Declined’te karşıma çıkan arka plan çizimlerinin sanki suluboya ile çizilmişler gibi durması yine Tsuritama’ya da çok yakışmış. Rengârenk Enoshima arkada ışıl ışıl parlıyor ve sahil kasabasının tadına varıyorsunuz. Animenin bir adet açılış ve kapanış şarkısı bulunmakta. Açılış parçası eğlenceli bir parça, kapanış parçası da fena sayılmaz ama açılış daha güzel:) Bu arada, anime esnasında sıkça karşımıza çıkan Enoshima dansı da bayağı bir eğlenceliymiş.

Toparlayacak olursam Tsuritama balık tutmak gibi değişik bir temaya sahip ama bu değişiklik de maalesef animeye pek yetmemiş. Konusu, daha doğrusu konunun işlenişi zayıf ve komik olmayan komedi yönü ile Tsuritama pek önerebileceğim bir anime değil. Eğer balıkçılıkla, oltalarla falan ilgileniyorsanız belki ilginizi çekebilir, aksi halde komedi olarak Tsuritama’yı izlemeyi düşünüyorsanız diğer alternatiflerinize bir göz atmanızı önerebilirim. 



6 Aralık 2012 Perşembe

Eureka Seven Ao

Yönetmen: Tomoki Kyoda
Stüdyo: Bones
Tür: Macera, Dram, Mecha
Yapım Yılı: 2012
Bölüm Sayısı: 24
Anime Puanı: 10/7.5














Eureka Seven Ao, 2005 yılında çıkan elli bölümlük Eureka Seven adlı animenin devamı özelliğini taşımaktadır.

Animede olaylar alternatif bir dünyada, 2025 yılında geçiyor. Ao Fukai adında 13 yaşındaki bir çocuk bağımsızlık mücadelesi veren Okinawa’da yaşamaktadır. Yaklaşık 10 yıl önce, yani Ao daha üç yaşlarındayken annesi Eureka ortadan kaybolmuş ve küçük Ao’nun bakımını Dr. Toshio üstlenmiştir. Ao’nun ortaokula başlayacağı gün ansızın bir “secret” veya bir başka adıyla bir g-monster çıkagelir ve adanın yakınındaki Scub Coral’a saldırmaya başlar. Scub Coral’lar yüzyıllardır dünyanın farklı yerlerinde ansızın ortaya çıkmakta ve peşinden yine ansızın ortaya çıkan secret adındaki varlıklar ona saldırmakta ve infilak etmesine (Scub Burst) neden olmaktadır. Olan tabii yakınlarda bulunan halka olur. Dediğim gibi bu alternatif dünyada ansızın çıkagelen Scub Coral’lar yüzünden tarih farklı yazılmıştır. Örneğin Tokyo bir Scub Burst yüzünden yok olmuştur veya nükleer teknolojisi Scub Burst’larla birleşerek daha vahim sonuçlar ortaya çıkarmasın diye asla geliştirilmemiştir. Dediğim gibi Ao’nun yaşadığı yerde bir secret ortaya çıkar ve ortalık cehennem yerine döner. Bu arada Generation Bleu (ortaya çıkan secret’lerle savaşması için kurulmuş bağımsız bir organizasyon) adlı organizasyonun Pied Piper ekibi de secret ile savaşmak için olay yerindedir. Ao da bir şekilde kendini olayların içinde bulur ve Japon donanmasının Mark 1 adını verdiği Nirvash adlı LFO (Scub Coral’ın yaydığı traparlar (rüzgâr gibi) sayesinde uçabilen dev makineler) ile secret ile mücadele eder. Akabinde ise Ao başta annesi ve Eureka hakkında bilmediği şeyleri öğrenir ve ortaokula başlayacağı gün Ao kendisini bambaşka bir maceranın içinde bulur.

Eureka Seven Ao ilk bölümünde soru işaretleri ile karşımıza çıkıyor çünkü ilk seriyi izleyenler için olaylar bayağı bir karışık hal alıyor. Olayların ilk seriye göre bayağı bir geçmişte geçmesi, Eureka ve Renton’un akıbeti vs. insanı meraklandırıyor. Bu arada Eureka Seven Ao aslında tam bir devam serisi sayılmaz. Dediğim gibi bittiği yerden başlamıyor ama yinede ilk seriyi izlemeden Ao serisini izlemek yanlış olur. İlk serideki karakterler veya yaşanan olaylardan sıkça bahsediliyor çünkü. Bu yüzden orijinal Eureka Seven’i izlemeden devam serisini izlemenizi pek önermem.

Bir devam serisi olarak Eureka Seven Ao’yu orijinal Eureka Seven ile karşılaştıracak olursam; baştan söylemek gerekirse Ao’da ilk animedeki ruh, o hava maalesef yok. İlk seriden hatırlayacağımız Gekkostate ve ekibinin yanında üç kişiden oluşan Pied Piper ekibi yanından bile geçemiyor. Gekkostate gemisinde yaşanan komediler, sevinçler, hüzünler yani o samimi hava ne yazık ki Ao’da yok. Ayrıca Fukai Ao, ağlak, çoğu zaman sümükleri akan, deli cesaretine sahip olan ama en önemlisi içimizden biri olan Renton’nun yerini asla tutamıyor. Ao bana göre biraz Renton çakması çok sığ bir karakter olmuş. Atmosfer bakımından ise anime genelde hızlı ilerliyor. Bölüm sayısı ilk serinin yarısı olduğu için aksiyon sahneleri daha fazla karşımıza çıkıyor ve onlar için başarılı da diyebilirim. Özellikle 12. ve 13. bölümden sonra orijinal seride yaşanan olaylardan bahsedilmesi olayları daha da heyecanlı hale getiriyor. Lakin paralel evren, Scub Coral – Secret ilişkisi biraz kafa karıştırabilir, dikkat etmek lazım:) Son olarak bahsetmeden edemeyeceğim; keşke Truth üzerinden anime ilerlemeseymiş de ilk seri üzerine daha fazla durulsaymış. Emin anime böyle çok daha iyi olurdu.

Animenin en güzel yanlarından birsi çizimleri. Karakterleri ve atmosferi ile Eureka Seven havasını yaşatamasa da çizimleri sizlere Eureka Seven dünyasında olduğunuzu belli ediyor. Özellikle gökyüzünde gerçekleştirilen mecha savaşları çok başarılı duruyor. Hem hızlı hem de estetikler. Animenin iki adet açılış ve iki kapanış parçaları mevcut. Açılışlar fena değil de kapanışları, özellikle ikinci kapanışı pek beğendiğim söylenemez. Bölümler esnasında çalan parçalar ise çok daha iyiler. Atmosfere cuk oturmuşlar ve en kötü sahnede bile sizi havaya sokabiliyorlar.

Sonuç olarak Eureka Seven Ao kötü bir devam serisi olmamış ama Eureka Seven tadında da değil ve keşke böyle olacağına şöyle olsaymış dedirten yerleri de yok değil. Yinede bir devam serisi olarak izlenilmeye değer bir anime diye düşünüyorum.



19 Kasım 2012 Pazartesi

Paprika

Yönetmen: Satoshi Kon
Stüdyo: Madhouse
Tür: Gerilim, Psikolojik
Yapım Yılı: 2006
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/7.5















Yakın bir gelecekte dahi bir bilim adamı olan Tokita Kosaku tarafından “DC Mini” adı verilen devrimsel nitelikte bir alet tasarlanmıştır. Bu alet ile insanların rüyalarını izleyebilmekte, onlara müdahale edilebilmektedir. Henüz test aşamasında olan DC Mini ile Terapist Doktor Chiba Atsuko “Paprika” isimli avatarı ile insanların rüyasına girerek onları tedavi etmeye çalışmaktadır. Bu buluş ile psikoterapi dalında devrim yapmaya çalışan Doktor Tokita ile Doktor Atsuko’nın hayalleri üç adet DC Mini’nin çalınması ile sekteye uğrar. DC Mini’yi çalan zanlı diğer DC Mini cihazlarına bağlanan insanların rüyalarına girmekte, daha doğrusu başka rüyalar empoze etmekte ve bir nevi kafayı sıyırmalarını sağlamaktadır. Atsuko ve Tokita da projenin iptal olmaması için zanlının peşine düşer ve rüya ile gerçeklik arasında gidip gelen psikolojik bir mücadele başlar.

İçerdiği garip olaylar zinciri ve psikolojik gerilimi ile Paprika için ondan iki sene önce çıkan Paranoia Agent adlı serinin kardeşi diyebiliriz. Zaten iki projenin de başında Satoshi Kon bulunmakta. Diğer yandan da konu rüyalar olduğu için akıllara 2010 yapımı Inception filmi de geliyor. Hatta Inception filmi için belki de Paprika zemin hazırlamış diyebilirim. Paprika’da pek fazla aksiyon bulunmuyor. Onun yerine daha ziyade psikolojik unsurlar, rüyaların birbirine girmesi, rüyaların içinde yaşanan tuhaflıklar, Atsuko ile Paprika’nın gerçeklik – rüya ilişkisi gibi garip olaylar karşımıza çıkıyor. Zaman zaman anime o kadar karışık bir hal alıyor ki, eğer dikkatli bir izleyici değilseniz animeyi takip etmekte zorlanabilirsiniz. Bu yüzden Paprika da tıpkı Paranoia Agent gibi karmaşık bir senaryo barındırdığı için herkese hitap etmeyebilir. Eğer karmaşık sahneleri, oradan oraya atlamaları (argo deyimle brainfuck) seviyorsanız Paprika’yı muhakkak seversiniz.

Paprika’nın çizimleri kocaman gözlü klasik anime karakterlerinden ziyade daha gerçekçi olarak karşımıza çıkıyor. Daha gerçekçi dedim ama Tokita’nın dev cüssesi ve Doktor Shima’nın cüce tabir edebileceğim boyu ile birkaç orantısızlıklar da yok değil. Ama genel olarak kaliteliler ve gerçek hayattaki gerçekliği ve rüyalardaki karman çorman havayı güzel yansıtıyorlar. Animenin müzikleri ise en büyük artılarından birisi. Berserk serisinin müthiş müziklerini yapan, Paranoia Agent’in harika açılış parçasını seslendiren Susumu Hirasawa, Paprika’da yine çok iyi iş çıkarmış. Şahsen benim favorilerim “Nigeru Mono” ve “Parade” isimli parçalar.

Özetle Paprika herkese hitap etmeyen ve karışık, daha doğrusu derin bir konuya sahip bir anime. Eğer psikolojik unsurları seviyorsanız veya Paranoia Agent hoşunuza gittiyse Paprika’yı da seveceğinize eminim. Bana göre Paprika fena bir anime değildi ama en iyilerim arasına da girmedi.


16 Kasım 2012 Cuma

Kuroko no Basket

Yönetmen: Shunsuke Tada
Stüdyo: Production I.G.
Tür: Spor
Yapım Yılı: 2012
Bölüm Sayısı: 25
Anime Puanı: 10/9















Teiko Oraokulu’nun basketbol takımı çok ünlüdür çünkü yüze yakın üyesi olan bu takım üç sene üst üste, ezici üstünlükle şampiyonluğa ulaşmıştır. Teiko basketbol takımının as kadrosunu oluşturan beş oyuncusuna bu yüzden “Mucize Nesil” lakabı takılmıştır. Mucize Nesil lise çağına geldiğinde ise her oyuncu farklı bir liseye dağılmış ve arkalarında büyük bir şöhret bırakmışlardır. Lakin büyük kesim tarafından bilinmeyen, daha doğrusu pek fark edilmeyen bir oyuncu daha vardır: Teiko basketbol takımının “hayalet” lakaplı altıncı oyuncusu. Tetsuya Kuroko adındaki bu oyuncu takım arkadaşları gibi göz önünde olmamıştır ama onların saygısını da kazanmayı başarmıştır. Anime başladığında Kuroko artık henüz iki senedir eğitim veren Seirin Lisesi’nin öğrencisidir. Serisin Lisesi’nin basketbol takımında doğal olarak sadece ikinci sınıflar vardır ve geçen sene Tokyo’da ilk dörde girmeyi başarmış (henüz yeni açılmış bir okul olarak aslında çok iyi bir başarı) fakat akabinde Kral lakaplı okullara (her sene düzenli olarak ilk dörde kaldıkları için) ağır yenilmişlerdir. Kuroko hemen Seirin’in basketbol takımına katılır ve elbette tek katılan o değildir. Yeni katılanlar arasında ismi Taiga Kagami olan ve uzun boyu ile biraz da asi kişiliği ile öne çıkan birisi daha vardır. Kagami ortaokul yaşamının çoğunu Amerika’da geçirmiştir ve ilk geldiğinde Japon basketbolunu küçümsemektedir; tabi Mucize Nesil oyuncularını öğrenene kadar. Artık Kagami’nin tek bir hedefi vardır; Kuroko ile beraber Mucize Nesil oyuncularını yenmek ve Seirin’i şampiyonluğa ulaştırmak.

Kuroko no Basket’in (veya Kuroko no Basuke, Kuroko’s Basketball, The Basketball Which Kuroko Plays) açıkçası bu kadar iyi çıkacağını hiç tahmin etmemiştim. Ben daha çok vasat düzeyde, işin içine biraz süper özel teknikler girmiş, cıvık bir şeydir diye düşünmüştüm ama animeyi izleyince bu düşüncelerimi kafamdan tamamen silip attım. Elbette bir – iki tane zayıf bulduğum tarafı var ama genel olarak Kuroko no Basket’i heyecanla ve zevkle izledim. Önce artılarından bahsedecek olursam; anime kesinlikle Slam Dunk çakması değil. Tamamen kendine has bir stili var ve Slam Dunk’a göre komedi yönü çok az. Anime tamamen basketbol odaklı ilerliyor, yani araya aşklar falan sıkıştırılmamış ki bence çok iyi olmuş. Ayrıca işin içine yeni takım = çok zayıf, yeni takım + iki yeni oyuncu = süper güçlü olayına girilmemesi animeyi daha gerçekçi kılmış. Kagami karakteri de seriye çok iyi bir hava katıyor. Mucize nesil karşısında neler yapacağını izlerken dört gözle bekliyorsunuz. Kısacası anlatmak istediğim, atmosfer her daim yüksek ve zaten bölümlerin yüzde sekseni basketbol maçları ile geçtiği için hareketli geçiyor. Yukarıda bahsettiğim gibi de kendimce eksik veya tuhaf bulduğum yönleri de yok değil ama. Öncelikle Slam Dunk çakması değil dedim ama Kagami’de sanki biraz Hanamichi Sakuragi’lik görmedim de değil hani :) Özellikle fiziksel olarak uzun boyu, kırmızı saçları ve mücadeleci ruhu ile (saç mevzusu bir sonraki paragrafta) Kagami’yi ilk gördüğümde “aha Sakuragi reenkarnasyon” diye düşünmüştüm:) Bunun dışında gözüme çarpan tek şey Kuroko’nun yeteneği. Tamam, sahada gölge gibi olabilir ve kendini unutturabilirsin. Lakin Kuroko ten tene değecek kadar rakibinin yakınına gelecek ve rakip bunu fark etmeyecek veya bir kez göz kırptığımda onu gözden kaybetmek bana göre biraz abartılı işlenmiş. Hadi bunları geçtim; hamburgercide Kagami hamburger alıyor ve masaya oturana kadar masada oturan Kuroko’yu görmüyor. Açıkçası oturacağım masada bir adam oturacak ve ben onu oturana kadar göremeyeceğimi hiç ama hiç sanmıyorum. Burada demek istediğim Kuroko’nun yaptıkları imkansız değil, günümüz sporlarında da sıkça görüyoruz ve duyuyoruz. İşte şu oyuncu kendisini unutturdu arkadan sokuldu diye. Animede ise Kuroko için verilen tepkiler, bu çocuk oyunda mıydı, oraya nasıl geldi, nereye kayboldu gibi. Hadi buna da tamam ama bir kez yaptıktan sonra ikinci kez veya üçüncü kez Kuroko’nun ortadan kaybolması (sonuçta dikkati çekti artık) bana biraz doğaüstü gibi geldi. Biraz uzun yazdım ama bir kere dikkatimi çekti işte. Elbette normal basketboldan farklı daha değişik şeyler olacak ama benim prensibime göre üstün bir yetenek ile abartılık arasındaki çizgiyi de geçmeyecek. Son olarak; muhakkak ama muhakkak bir ikinci sezon şart. Anime maalesef yarım, sezon finali kıvamında bitiyor ve üstelik iki mucize nesil oyuncusu daha çıkmadı bile. Bu arada, (buradan sonrası hafif spoiler içeriyor, istemezseniz geçiniz) mucize nesilden karşımıza çıkan Aomine neslin yıldızı olarak lanse ediliyor. Adam gerçekten, güçlü, hızlı, çevik ve atletik. Durum böyle olunca daha henüz çıkmayan iki mucize nesil oyuncusu hakkında kafamda şimdi bu son ikisi daha mı zayıf olacak diye soru işaretleri oluştu. Gerçektende Aomine’den sonra son ikisini karşımıza nasıl çıkaracaklar bayağı bir merak ediyorum.

Kuroko no Basket’in çizimlerini ilk gördüğümde bana Bakugan’ı hatırlattı. Baktım aralarında bir bağ da göremedim ama nedense karakterleri bana ilk bölümlerde hep Bakugan’ı aklıma getirdi. Kötü bir şey değil elbette, çizimler kaliteli ve göze hoş geliyor. Ama saçlar yok mu… O saçlar beni yedi bitirdi :) Genelde kızlarda görmeye alışık olduğumuz saçlardaki renk cümbüşü bu sefer basketçi arkadaşlarımızda da var. Hele mucize nesil oyuncularına baktığımızda karşımıza resmen bir gökkuşağı çıkıyor.  Mavi, kırmızı, sarı, mor, yeşil… Ne ararsanız var:) Açıkçası tuhafıma gitti. Ben genelde hep gerçekçilikten yanayım ve bu kafaları görünce bayağı bir tebessüm ettim. Mor saçlı erkek yani, gel de işin içinden çık :) Son olarak animenin iki açılışı ve iki kapanışı mevcut. Benim favorim ilk açılış parçası. Bölümler esnasında çalan parçalarda gayet güzel ve atmosfere katkıları büyük. Her daim gaza getirmeyi başarabiliyorlar.

Kuroko no Basket, yukarıdaki paragraflarımda bahsettiğim gibi benim beklentilerimin bir hayli ötesinde, kaliteli ve sağlam bir anime olarak karşıma çıktı. Spor temalı ve özellikle Slam Dunk’tan sonra onun seviyesinde bir yapım arıyorsanız muhakkak Kuroko no Basket’e bir göz atın. Eğer benim gibi mangasından da devam etmek istiyorsanız animenin bittiği yer olan “Chapter 74’ten” devam edebilirsiniz.



4 Kasım 2012 Pazar

Humanity Has Declined

Yönetmen: Seiji Kishi
Stüdyo: AIC A.S.T.A.
Tür: Fantastik, Tuhaf
Yapım Yılı: 2012
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/5.5














Humanity Has Declined (Jinrui wa Suitai Shimashita), post-apocalyptic, yani yaşanan bir felaket/kıyamet sonrası insanların yaşamını temel alan bir anime. Lakin kıyamet senaryolarından alışageldiğimiz gezegeni çöllerin kaplaması veya sular altında kalması, bitmeyen kış, radyasyon gibi durumlar yok. Aksine animede yaşanan felaketin ne olduğu anlatılmamıştır ve dünya yeşilliklerle, ormanlıklarla, harika manzaralarla kaplıdır. Etrafı saran bu güzel görüntülere karşın insan nüfusu azalmakta ve yiyecek sıkıntısı çekilmektedir. Fakat animede sanki herkes halinden memnun gibidir. Ayrıca bu değişik kıyamet sonrası dünya üzerinde “fairies” yani periler adı verilen küçük sevimli yaratıklar da yaşamaktadır. Denilene göre periler insanoğlunun evrim geçirmiş halidir ve bu yaratıklar hem teknolojik olarak hem de büyü olarak insanlardan çok ileridedir ve şekere çok düşkünlerdir. Eğlenmeyi çok seven perilerin insanlara pek bir zararı yoktur ama eğlenceleri bazen insanları müşkül durumda bırakabilmektedir ve eğer eğlencelerinin yoluna çıkarsanız sonuçlarına da katlanırsınız. İşte böyle garip bir dünyada başkarakterimiz, insanlarla periler arasında arabuluculuk görevi yapmaktadır. İşin garip yanı karakterimize (hatta animedeki çoğu karaktere) isim ile hitap edilmemektedir.  Genellikle periler tarafından Bayan İnsan, yine periler tarafından onlara şeker verdiği için Bayan Şeker veya torun diye çağırılmakta, kendisindense “ben” diye bahsetmektedir. Animede arabulucu karakterimizin 12 bölüm boyunca başından geçen yedi ilginç olaya tanıklık ediyoruz.

Kısa olan anime garip içeriği ile aslında iyi bir başlangıç yapıyor çünkü gerçekten işlenen konular tuhaf ve absürt. Az sonra bahsedeceğim sıra dışı çizimleri ve sevimli perilerle sizleri bir hayli şaşırtıyor ama ikinci veya üçüncü bölümden sonra animeye alışınca aslında pekte değişik olmadığını, daha doğrusu olumlu yönde pekiyi olmadığını fark ediyorsunuz. Tamam, içerik değişik ama senaryo bana göre iyi işlenememiş. Ortada koskoca garip bir dünya ve bu dünyayı kapsayan soru işaretleri (yaşanan kıyamet olayı nedir, periler tam olarak nereden geldi, neden dünya yemyeşil) dururken küçük bir köyde yaşayan bir kızın garip yaşamına kısa bir süreliğine tanıklık ediyoruz. İşte bir bölüm garip bir fabrikaya giriyorlar, bir bölümde manga falan çıkarıyorlar, diğer bir bölümde robotlar falan çıkıyor. İyi hoşta demek istediğim bu tarz şeyler çoğu animede karşımıza çıkabilecek şeyler. Animedeki absürt konuşmalar ve yerinde kullanılan mizah unsurları olmasa gerçekten pek izlenecek gibi değil. Şahsen ben animeyi bir gözüm dışarıda, dikkatimi tam veremeyerek izledim. Çünkü birkaç iyi espri, hareket dışında sizleri ekrana bağlayabilecek bir şeyi maalesef bulunmamakta.

Animenin şüphesiz en ilginç yanı çizimleri. Arka planlar sanki suluboya ile çizilmiş gibi bir hayli değişik ve göze hoş geliyor. Işıl ışıl yeşil tonları çok güzel kullanılmış ve animeye pekte yakışmış. Bu tarz çizimi en son Kemono no Souja Erin’de görmüştüm ama Humanity Has Declined’te bu çizim şekli biraz daha gözümüze sokulmuş. Kötü mü? Elbette değil, aksine dediğim gibi animenin en güzel yönü bu çizimler. 12 bölüm boyunca karşımıza bir açılış ve bir kapanış çıkıyor. Açılış parası bir hayli hareketli ve animeye yakışmış. Kapanış parçası ise benim daha da hoşuma gitti. Anime esnasında çalan parçalarda gayet güzel.

Humanity Has Declined sevimli çizimleri ve yine sevimli perileri dışında maalesef konu olarak pek bir şey vaat etmiyor. En azından ben animeden beklediğim verimi alamadım ve açıkçası anime için kötü demem ama önerebileceğimi de sanmıyorum.


29 Ekim 2012 Pazartesi

Hyouka

Yönetmen: Yasuhiro Takemoto
Stüdyo: Kyoto Animation
Tür: Okul, Günlük Hayat
Yapım Yılı: 2012
Bölüm Sayısı: 22
Anime Puanı: 10/6
















Hyouka, Honobu Yonezawa’nın yine aynı adlı romanlarından uyarlanma bir animedir. Animeden önce Task Ohna tarafından kaleme alınan mangası da bulunmaktadır.

Hyouka’nın konusu Oreki Hotaru’nun Kamiyama Lisesi’ne gitmesi ile başlıyor. Hotaru tembel bir insan olmasa da genelde arka planda kalmaya çalışan, etkinliklere pek katılmayan kendi deyimiyle “yapmak zorunda olmadığım şeyleri yapma” kuralına sıkıca bağlı olan bir öğrencidir. Yine Kamiyama Lisesi’nde okumuş olan ablasının isteği ile Klasik Edebiyat Kulübüne (Classic Literature Club) katılır. Kulübün diğer üyeleri ise ortaokuldan arkadaşları Fukube Satoshi, Ibara Mayaka ve yeni tanıştığı Eru Chitanda’dır. Hotaru’nun en büyük yeteneği (kendisi sadece şans dese de) Sherlock Holmes misali etrafında gelişen garip olayları çözebilmesidir. Elbette elde yeterince veri olursa. Daha Klasik Edebiyat kulübüne ilk girdiğinde (kilitli kapıyı anahtarla açınca ve Chitanda’nın içeride olduğunu görünce ama Chitanda’nın deyimiyle içeri girdiğinde kapı açıktır ve kendisi kilitlememiştir) Chitanda’nın ilk gizemini çözmesi ile Chitanda’nın dikkatini bir hayli çekmiştir. Anime esnasında ise Hotaru’nun arkadaşlarının yardımı ile okulda yaşanan diğer küçük gizemleri (45 sene önce Klasik Edebiyat Kulübünde ne oldu, matematik öğretmeni neden anlatmadığı halde anlatmış gibi konuyu geçtiği vs.) açığa çıkarmasına tanıklık ediyoruz.

Hyouka’da olaylar Oreki Hotaru’nun bir dedektif gibi olayları birbirine bağlayıp çözmesine dayanıyor ve bu yüzden animede biraz “gizem” havası da mevcut. Lakin bu gizemler sizi heyecanlandırmaya maalesef yetmiyor. Animeye de ismini veren ve Klasik Edebiyat kulübünün her sene kültür festivalinde çıkardığı dergi olan Hyouka konusu, daha doğrusu gizemi animenin ilk altı bölümünü oluşturuyor ve açıkçası bana çok sıkıcı geldi. Tamam, ortada bir gizem, bir soru işareti var ama bu gizem bana yeterince heyecanlı gelmedi. 6. bölümden sonra ise anime biraz daha güzelleşiyor ve izlemesi daha zevkli bir hal almaya başlıyor. Fakat 18. bölümden sonra başka bir gizeme geçilmesi ile yine anime hız kaybediyor ve şahsen ben Hyouka’ya sıkılarak, üfleye püfleye son verdim. Hyouka’da genelde her bölüm Chitanda’nın gözleri parlar ve “Oreki-san senin düşüncen nedir?” cümlesinden sonra Hotaru olayı çözer ve iş biter. Dediğim gibi ilk altı bölüm ve son dört bölüm başta olmak üzere Hyouka beni pek etkileyemedi ve mantığı, yani okulda yaşanan Sherlockvari gizem olayını beğenmeme rağmen bu gizemleri yetersiz ve en önemlisi sıkıcı buldum.

Hyouka’nın çizimleri benim için animenin en başarılı tarafı. Özellikle karakter çizimleri, sergiledikleri mimikler bir hayli sempatik. En başta Hotaru olmak üzere animede her karakter gayet başarılı ve hiçbir iticilik bulunmamakta. Hem tavırları cana yakın hem de olayları çözüşü eğlenceli. Bir de konu güzel olsaymış ortaya bomba bir anime çıkarmış diyebilirim. Belki de Hyouka’yı sonuna kadar izlememin tek nedeni başarılı çizimleri ve karakterleridir. Animenin müzikleri de fena sayılmaz. İlk açılış ve kapanış parçasını pek beğenmedim ama ikinci açılış ve kapanış çok daha iyi. Ibara Mayaka’nın seslendirmesi ise on numara olmuş. Bir karaktere bir ses ancak bu kadar yakışabilirdi.

Kısacası Hyouka’dan benim beklentilerim daha fazlaydı ve izledikten sonra maalesef biraz hayal kırıklığına uğradım. Çizimleri ve karakterleri ile anime harika ama en büyük zaafı olan senaryosu yüzünden ben Hyouka’dan pek tat alamadım. Hyouka için kötü veya izlemeyin demem ama beklentilerinizi de çok yüksek tutmayım. Yoksa benim gibi birazcık üzülebilirsiniz :)


19 Ekim 2012 Cuma

Shigurui

Yönetmen: Hiroshi Hamazaki
Stüdyo: Madhouse
Tür: Tarihi, Dram, Samuray
Yapım Yılı: 2007
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/8.5














Türkçeye çevrildiğinde “Ölüm için Çıldıranlar” manasına gelen Shigurui adlı animede hikâye 1629 yılında, Shizuoka’da başlıyor. Bir damiyo (yüksek rütbeli lord) ve aynı zamanda Shogun Tokugawa Iemitsu’nun kardeşi olan Tokugawa Tadanaga, 22 samurayın katılacağı bir turnuva düzenlemiştir. Lakin bu turnuvayı diğerlerinden ayıran en büyük özelliği gerçek kılıçların kullanılacak olmasıdır. Diğer lordlar buna karşı çıksa da bir tanesi hariç kimse sesini çıkaramaz. Torii Naritsugu adındaki lord, Tadanaga’nın “kan görme” hırsını gözleri önünde “seppuku” yani bağırsaklarını deşerek intihar ederek dindirmeye ve onu caydırmaya çalışır ama çabaları nafiledir. Turnuva düzenlenir ve iki samuray meydandaki yerlerini alır. Samuraylardan biri tek kollu Fujiki Gennosuke, rakibi ise topal ve aynı zamanda kör olan Irako Seigen’dir. Doğal olarak müsabakayı izleyen çoğu lordlar samurayların durumuna şaşırır. Bundan sonra ise olaylar yaklaşık yedi sene öncesine gider ve Gennosuke ile Seigen’nin o noktaya nasıl geldiği anlatılmaya başlanır.

Shigurui adlı anime Gennosuke ve Seigen’nin nasıl o hale geldiğini izleyicisine merak ettirerek iyi bir başlangıç yapıyor ve genel olarak 12 bölüm merak içinde ve en önemlisi sürükleyici bir biçimde ilerliyor. Senaryonun başka flashbackler ile harmanlaması başarılı olmuş ve animedeki o gerilimli havayı iyi yansıtıyor. Kapaktan da anlayacağınız üzere Shigurui’de bolca kana ve bağırsağa doyuyorsunuz. Animede kesinlikle bir espri, sulu bir durum bulunmamakta ve karanlık çizgisini son bölüme kadar koruyor. İçerdiği şiddet ve birkaç bel altı sahnesi ile Shigurui kesinlikle küçük yaştaki anime severlere hitap etmiyor. Kılıç sahnelerini genel olarak oldukça başarılı buldum. Gerçek kılıç dövüşlerine çok yakınlar ve kopan uzuvları, dağılan suratları (en önemlisi bağırsakları) sergilemekten hiç çekinilmemiş. Senaryo ve atmosfer olarak sadece iki sıkıntım var. Bir tanesi bazı sahneler gereğinden biraz fazla uzatılmış. Hani o ona bakıyor, rakibi ona durumları olur ya, bazen biraz uzuna kaçıyor. Diğer ve daha önemli sıkıntım ise animenin sonu. Maalesef anime yarım bittiği için (yayınlandığı dönemde mangası devam ediyordu.) sonu tam bir hayal kırıklığı ve bundan sonraki cümle spoiler, isterseniz okumayın ama ilk bölümdeki turnuva dövüşüne maalesef gelemiyoruz. (Spoiler son) Animeye vermeyi düşündüğüm puan dokuzdu ama sonundan sonra yarım puan daha kırmayı uygun gördüm.

Shigurui karşımıza soluk v genellikle gri tonlarla çıkıyor. Animedeki kasvetli hava kasvetli çizimlerle birleşince vermek istediği o havayı izleyicisine çok iyi yaşatıyor. Karakterler ise saçları ile olsun, gözleri ile olsun gerçek insanlara yakın karakterler. Yani çizimlerde bir gerçekçilik ön planda ve bu gerçekçilik bahsettiğim gibi bolca kan ve bağırsak ile birleşince izleme zevki bir kat daha artıyor. Açılış ve kapanış parçaları olarak Shigurui’den pek bir şey beklemeyin. Açılışta kırmızı bir tema ile desenler ve kapanışta da sadece yazılar geçiyor ve sadece vasat müzikler çalıyor. Anime esnasında çalan müzikler ise daha iyi durumda.

Sonuç olarak Shigurui adlı animeyi yarım kalan sonu dışında oldukça başarılı buldum ve 12 bölümünü de büyük bir zevkle izledim. Samuray temalı ve gerçekçi, karanlık ve şiddet dolu bir anime arıyorsanız Shigurui tam size göre olabilir.



12 Ekim 2012 Cuma

Rideback

Yönetmen: Atsushi Takahashi
Stüdyo: Madhouse
Tür: Aksiyon, Bilimkurgu, Mecha
Yapım Yılı: 2009
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/5.5


















2025 yılında, kendilerine GGP (Global Goverment Plan/Küresel Hükümet Planı) adını veren direnişçi bir örgüt dünyanın yeni lideri olmuştur. Bir karıncanın bir fil ile mücadele etmeye kalkması gibi tasvir edilen GGP’nin “Superstate” yani adı verilmeyen ama kendimce Amerika olarak düşündüğüm süper güce karşı savaşı GGP’nin yeni teknolojik silahlarla tüm savaşı kazanmasına olanak sağlamıştır. Lakin GGP’ye bu savaşı kazandıran kahraman yüzler hiçbir zaman ortaya çıkmamıştır. GGP dünyaya barış getirmek amacı ile dünya hükümetlerine müdahale hakkı bulunan ve ülkelerce tanınmış dev bir organizasyon haline gelmiştir. Tüm bu olayların dışında ise Ogata Rin, tıpkı zamanında annesi gibi tanınmış bir balerindir ama sahnede geçirdiği küçük bir kaza sonucu baleyi bırakmıştır. Arkadaşı Shouko ile beraber üniversiteyi başladıkları sene yağmurdan korunmak için tesadüfen “Rideback” adlı kulübün hangarına girer. Rideback ismindeki bu aletler yarı motosiklet yarı robot şeklinde makinelerdir. İki yanında kolları da bulunan bu makine gerektiğinde bildiğimiz motosiklet şeklini, gerektiğinde ise sanki sırtına biniyormuşsun (Ride back manasına geliyor) gibi bir robota dönüşmektedir. Ayrıca bu makineler GGP’nin büyük savaşı kazanma sebepleridir. Elbette Rideback kulübündeki makineler silahsız ve spor amaçlıdır. Rin denemelikte olsa Fuego isimli makineye biner ve hiç ummadığı kadar bundan zevk alır. Yıllar önce balede yaşadığı duyguyu Fuego’nun sırtında yeniden yaşamaktadır. Çok geçmeden Rin hiç aklında yokken kendisini Rideback’lerin dünyasında ve daha da önemlisi tehlikeli sularda yüzerken bulur.

Rideback adlı anime arka planda aslında çok şey vaat etse de senaryonun Rin ve dolayısıyla ucundan biraz da olsa baleye değmesi, animenin kısa oluşu gibi etmenler zayıf kalmasına neden olmuş. Olaylar çok hızlı gelişiyor ve daha da hızlı sona eriyor. Ve dediğim gibi aslında iyi malzemeye sahipken heba edilmiş. Öncelikli olarak GGP üzerinde bence daha çok durulmalıydı. Şimdi bu “direniş” grubu anlatılanlara göre “superstate” yani süper güç ile çarpışıp yenmiş ama neden? Yani bu savaşın nedeni nedir? GGP iyi midir kötü müdür açıkçası animede pek anlayamıyorsunuz. Geçmişte olan savaş ve GGP’nin kazanması anladığım kadarı ile iyi olarak tasvir ediliyor ama şu anki GGP yönetimini ve özellikle başındaki ismi kimse sevmiyor. Demek istediğim, sonradan bir yozlaşma mı var, GGP’nin tek amacı dünyaya hükmetmek miydi yoksa süper güçten kurtarmak mıydı anlayamıyorsunuz. Zaten animede de bu sefer GGP’ye karşı gelen BMA adında (Borderless Military Alliance/Sınırları Olmayan Askeri Birlik) bir örgüt daha var. Yani anlayacağınız işler karışık:) Ayrıca karakterler de pek olmamış. Animede ya iyisin, ya kötü. Ya beyazsın ya siyah, ortası yok. Başkarakter Rin’i şahsen ben beğenmedim. Bir kere gereğinden fazla çok iyi kalpli ve bu sizi bayabilir. Rideback kullanmak dışında animeye hiçbir katkısı yok ve senaryoda o kadar yaşanan savaşlar, örgütler ve politik olaylar dururken Rin’in Fuego ile bale yapışını izliyoruz. Ha, hareketler estetik ona lafım yok ama senaryoyu da yiyip bitiriyor. Kötü adamımız Romanov Karenbach ise tam ve klasik bir kötü adam. Sürekli pis bir şekilde sırıtan, beş adam yetmezse on yollayın, on yetmezse yüz yollayın cinsinden bayat bir tip. Son olarak, keşke Rideback kullanıcısı seçer muhabbetine girilmeseymiş. Gerçekçi bir çizgide ilerleyen bu animede makinelere ruh verilmesini pek yakıştıramadım ve bu olay bana beyblade’i hatırlattı. Neyse ki makinelerden ruh falan fırlamadı :)

Rideback’ın çizimlerine de maalesef bir iki lafım olacak. Önce artılardan başlayacak olursam; arka plan çizimleri, aksiyon sahneleri ve Rideback ile yapılan hareketleri izlemek vasat senaryoya rağmen gerçekten keyif verici. Kan ve şiddet efektleri yerli yerinde kullanılmış ve abartılı bir durum gözüme çarpmadı. Benim sıkıntım ise karakterlerle. Öncelikle Rin’in en yakın arkadaşı Shouko’nun tek üçgen dişine sinir oldum. Hala bu tek diş olayı kullanılıyor ya? :) Sürekli konuşurken kocaman ağzından tepedeki tek üçgen dişinin görülmesi gerçekten kötü bir görüntü oluşturuyor. Benim bildiğim eskiden tek diş olayı genelde küçük sevimli ve hiperaktif kız çocuklarında kullanılırdı. Sen şimdi bunu alıp koyarsan kocaman kıza olmaz. Bir de Okakura adlı ve gizemli bir geçmişe sahip bir karakter var ki kendisi bu animeden değil:) Gözbebeksiz siyah gözleri (Barni Çakmaktaş) ve yatay olarak geniş burnu ile gerçekten bu animeye ait değilmiş gibi gözüküyor. Hani birkaç öyle daha karakter olsa anlarım ama tek başına Okakura Efendi çirkin duruyor. Son olarak müzikleri içinse fena değil diyebilirim. Öyle saçma bulduğum, yakıştıramadığım bir parça yok. Açılışı ve kapanışı da idare eder.

Toparlayacak olursam; Rideback bahsettiğim gibi fena sayılmayan bir senaryoya sahipmiş ama işleniş olarak maalesef benim gözümde pek başarılı değil. Buna bir de vasat karakterler eklenince 12 bölümün ardından sonunda bitti dedirttiren ve herkese hitap etmeyecek olan bir anime kalıyor. Mecha hayranı iseniz Rideback’ler için bir göz atabilirsiniz ama iyi bir kurgu arıyorsanız hiç yanaşmamanızı önerebilirim.



4 Ekim 2012 Perşembe

Sword of the Stranger

Yönetmen: Masahiro Ando
Stüdyo: Bones
Tür: Aksiyon, Tarihi, Samuray
Yapım Yılı: 2007
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/9

















Sword of  the Stranger, Japonya’nın birçok eyalete bölünüp bu eyaletlerin feodal lordlar tarafından yönetildiği dönem olan Sengoku döneminde (1467 – 1573) geçiyor. Küçük Kotaro ve sadık köpeği Tobimaru, bilinmeyen bir nedenden ötürü Ming Hanedanlığına (Çin’i yöneten hanedanlık) bağlı özel bir grup Çinli savaşçı tarafından yakalanmaya çalışılmaktadır. Kaçışlarında kullanılmayan küçük bir tapınağa sığınan Kotaro ve köpeği tesadüfen orada bulunan bir samuray ile karşılaşır. İlk görüşte Kotaro, samuraya karşı çekingen davransa da Tobimaru ona bir hayli ısınır. Akabinde Ming’li bir savaşçı eşliğinde eyaletin lordunun iki askeri Kotaro’yu tapınakta kıstırır. Samuray duruma kayıtsız kalmaz ve askerlerle Ming’li savaşçıyı sadece kılıcının kabzasını kullanarak etkisiz hale getirir. Sonuçta Kotaro, samuraydan elindeki 10 ryo ettiğini iddia ettiği eşya karşılığında onları gitmeye çalıştıkları yere kadar korumalık yapmasını ister. Samuray bunu kabul eder ve Kotaro ile beraber pek farkında olmasa da tehlikeli bir yolculuğa başlamış olur.
Bu arada, Ming’li savaşçılardan biri olan ve Japonların kılıç kullanma becerilerini sefilce bulan Lou-Lang (veya Japonların değimi ile Rarou) silah arkadaşının Kotaro’ların kaldığı tapınakta ölü bulunmasına şaşırır. Sarı saçları ve mavi gözleri ile aslında bir yabancı olan ve halk arasında “şeytan” lakaplı Rarou, bunu yapan adamı merak eder ve Japonya’da bulunmanın çok da kötü olmadığına kanı getirir.

Sword of the Stranger senaryo olarak pek bir yenilik sunmasa da işlenişi açısından gayet kaliteli bir anime. Özellikle aksiyon sahneleri ile bayağı bir göz dolduruyor. Kılıç sahneleri hem kaliteli hem de estetik. Hatta bana göre en iyi samuray dövüş sahneleri kategorisinde ilk üçe bile çok rahat girer. Tamamen fantastik dışı, teknik ve zeka gerektiren kapışmalar görülmeye değer. Animede atmosfer bazı anlar temposunu düşürse de çabuk toparlanıyor ve hiç sıkılmadan bir saat kırk dakikayı bitiriveriyorsunuz. Ayrıca bana göre konunun fazla komplike olmaması, yani tarihi olaylara ve çok fazla konuşmaya yer verilmemesi de bir artı. Anime basit tutulmuş ama dediğim gibi bu sadeliği bir artı. Sadece bir yerde negatif yönde dikkatimi çeken bir olay var ki onu da söylersem spoiler olacağı için kendime saklıyorum.

Çizimleri bakımından Sword of the Stranger gerçekçi bir çizgide ilerliyor. Yani rengarenk ve garip biçimli saçlarla kocaman gözler kendisini gerçekçi tiplere bırakmış. Karakter çizimleri bence çok başarılı olmuş. Her birinin ayrı bir karizması, kendine has özelliği mevcut. Özellikle Lou-Lang gerçekten kendisini zevkle hissettiriyor. Müzikler ise minimum düzeyde tutulmuş. Az olan müziklerde genellikle klasik Japon müzikleri kullanılmış ve uyumlular. Seslendirmelerde ise Ming’li savaşçıların, yani Çinlilerin Çince konuşması çok güzel bir ayrıntı olmuş.

Özetle Sword of the Stranger gayet başarılı bir yapım ve başta kılıç ve dövüş sahneleri ile bir hayli göz dolduruyor. Samuraylı animelerden hoşlanan herkese muhakkak öneririm.


2 Ekim 2012 Salı

Guilty Crown

Yönetmen: Tetsura Araki
Stüdyo: Production I.G
Tür: Aksiyon, Dram, Bilimkurgu
Yapım Yılı: 2011
Bölüm Sayısı: 22
Anime Puanı: 10/8.5














Guilty Crown’da olaylar gelecekte, 2039 yılında geçiyor. Bundan 10 sene önce, yani 2029 yılının noel arifesinde yaşanan bir olay sonucunda Japonya’da tüm hayat ansızın değişmiştir. “Lost Christmas” yani Kayıp Noel adı verilen olayda “Apocalypse Virus” Türkçesiyle Vahiy virüsü Japonya’yı kaosa sürüklemiştir. Neticede uluslararası bir organizasyon olan GHQ, Japonya hükümetine el atar ve virüs ile beraber tüm ülkeyi kontrolü altına alır. Anime ise dediğim gibi 2039 yılında, yani virüsün patlak verip GHQ’nin ülke yönetimine el atmasından 10 sene sonrasında geçiyor. Shu Ouma her animede olduğu gibi bu animede de 17 yaşında sıradan bir öğrencidir. Günün birinde takılmayı çok sevdiği binaya girerken Egoist adlı grubun şarkıcısı Inori’nin de içeride olduğunu görür. Shu elbette Inori’nin orada ne yaptığına anlam veremez ve onu görmenin heyecanını yaşar. Lakin çok geçmeden GHQ askerleri mekanı basar ve Inori’yi “Undertakers” adlı yer altı örgütünün bir üyesi olmakla suçlayıp gözaltına almak ister. Undertakers adlı örgüt GHQ ve hükümetine karşı gelen, halkına bağımsızlık kazandırmaya çalışan illegal bir örgüttür. Inori tutuklanmadan Shu’ya küçük bir tüp verir ve bunu Undertakers’ın lideri Gai’a vermesini söyler. Elbette olaylar planlandığı gibi gelişmez ve tüp Shu’nun elinde kırılır, içindeki virüs Shu’ya bulaşır. Shu’ya bulaşan virüs “Void (Boşluk) Genome” adlı bir virüstür ve bu virüsün sayesinde Shu artık insanların içindeki voidleri açığa çıkarıp onları silah gibi kullanabilmektedir. Toparlamak gerekirse; daha sabahında sıradan bir öğrenci olan Shu hiç beklemediği bir anda kendisini GHQ ve Undertakers savaşının ortasında bulur ve barındırdığı virüs yüzünden de artık hayatı eskisi gibi olmayacaktır.

Guilty Crown daha ilk bölümünden itibaren heyecan dozu yüksek ve gayet de sağlam denilebilecek bir senaryo ile karşımıza çıkıyor. Açıkçası internette gördüğüm ortalamalardan sonra daha vasat bir şey bekliyordum ama Guilty Crown benim beklentilerimin çok üstünde bir anime çıktı. Animenin en büyük artılarından birini bence şüphesiz karakterleri oluşturuyor. Animede çeşit çeşit karakter bulunmakta. Özellikle karakterlerin ne tamamen iyi ne tamamen kötü olması, yani herkesin kendince haklı olması, denge güzel tutturulmuş. Şahsen GHQ Binbaşısı ve hem görünüşü hem de kişiliği ile Joker’e benzeyen Segai adlı karakter benim favorim. Senaryonun ilerleyişi de dediğim gibi gayet sağlam. Anime aslında arasında ikiye bölünmüş durumda ve 13. bölümden sonra olaylar biraz daha farklı bir hal alıyor. Yani sanki ikinci sezonmuş gibi küçük bir değişime uğruyor. Bu değişimle beraber Shu’nun da çekingen ve biraz da korkak bir çocukken olgunlaşmaya başlaması güzel bir ayrıntı olmuş. Ayrıca gayet tatmin edici bir sonla da bitmesi animenin artılarından.

Animenin eksilerine gelirsem; aslında eksi değil de irdelersek ufak hatalar ve mantıksızlıklar açığa çıkıyor diyebilirim. Öncelikle animede ilerleyen bölümlerde öğreniyoruz ki Daath adında gizemli bir örgüt var. Ve bu örgüte mensup kalın kaşlı bir arkadaşımız çıkıyor karşımıza. Açıkçası Daath üzerinde keşke ya daha fazla durulsaymış ya da hiç durulmasaymış çünkü senaryonun işlenişi bakımından aslında Daath arka planda önemli bir role sahip olsa da hiç bahsedilmese de olurmuş. Zaten Daath olayı biraz da fantastiğe kaçmıyor değil. Bir başka anlamadığım hususta Gai’ın kimin içinde nasıl bir void var biliyor oluşu. Yani gün geliyor Gai diyor ki bize şu adam ve voidu lazım ama bu adamın içinde bu gerekli voidun nasıl olduğunu nereden biliyor anlamış değilim. Bu ayrıntıyı ben kaçırdım diyeceğim ama pek ihtimal vermiyorum. Ayrıca yine seriden değil de vikipediden öğrendiğime göre Shu sadece 17 yaş altındakilerden void çıkarabiliyormuş. Yani anlayacağınız animedeki karakterlerin yüzde doksanı ergen :) Aslında bu durumdan pek şikayet etmeye hakkım yok çünkü animeyi yaparken hedef kitle belli: ilköğretim ve lise çağındakiler. İlköğretim yaşındakiler kendilerini büyüdüğünde Shu gibi Gai gibi hayal ederken lise yaş grubundakiler de empati kurarak kendilerini onların yerine koyuyorlar şüphesiz. Eğer benim gibi artık yirmili yaşların ortasına gelmişseniz doğal olarak empati kurmak çok zor oluyor ve istemeden de çocuklara mı kaldık gibisinden düşünebiliyorsunuz:) Son olarak bahsetmeden edemeyeceğim; animenin ikinci yarısından sonra Shu ve birçok arkadaşının bulunduğu semt karantina altına alınıyor. Buraya kadar her şey tamam ama yetişkinler nereye gidiyor? Tüm karantina bölgesinde herkes liseli elbiseleriyle geziyor ve ben ne bir tane öğretmen ne de 18 yaş üstü görebildim. Küçük bir ayrıntı gibi duruyor ama benim bayağı bayağı dikkatimi çekti ve eminin sizin de çekecektir çünkü biraz mantık dışı.

Görsel olarak Guilty Crown sağlam ve klasik (renkli saç – kızlarda kocaman göz ve göğüs kombosu) bir anime. Lakin hala Shu ve Gai’ın yaşıt olduğuna inanamıyorum:) İçinde biraz da olsa mecha da barındıran aksiyon sahneleri harika ve daha da harika olansa müzikleri. Anime esnasında çalan her parça benim çok hoşuma gitti. Artık günümüzdeki çoğu animedeki gibi kuru gürültüden ziyade biraz da nostalji kokan klas müziklere sahip Guilty Crown. İki adet de açılış ve kapanışa sahip. Kapanışlar için fena değil diyebilirim ama açılışlar da gayet başarılı. Sadece birinci açılış parçasında tek bir sıkıntım var, o da açılışta çalan şarkıyı sanki Inori söylüyormuş gibi çizilmesi. Yani animede sessiz ve biraz da üzüntülü ses tonu ile Inori’yi izledikten sonra açılışta sanki baskın ses onunmuş gibi izlemek tuhafıma kaçtı. Ayrıca animede kısa bir süreliğine görünse de Kido karakterinin seslendirmecisi Bakuman’daki Eiji Nizuma ile aynı. Yani Kido bağırırken aklıma sürekli deli Eiji geldi ve bir nevi “brain f*ck” oldum:)

Sonuç olarak Guilty Crown çoğu anime sitesinde vasat bir anime olarak tarif edilse de benim gözümde gayet başarılı, yetişkinlere hitap eden, aksiyonu sağlam, kurgusu güzel, hoşça vakit geçirilebilecek bir anime. Elbette bahsettiğim gibi ufak hatalar barındırıyor ama bir bütün olarak baktığımızda gayet iyi ve özellikle müzikleri animenin seviyesini bir kat daha yükseltmiş. Şahsen ben aksiyon seven ve iyi bir kurgu arayan herkese Guilty Crown’u önerebilirim.



21 Eylül 2012 Cuma

Full Metal Panic!

Yönetmen: Koichi Chigira, Yasuhiro Takemoto
Stüdyo: Gonzo, Kyoto Animation
Tür: Aksiyon, Komedi, Mecha
Yapım Yılı: 2002 - 2005
Bölüm Sayısı: 24 + 13
Anime Puanı: 10/4.5


















90 yılların sonunda geçtiğini tahmin ettiğim animenin ana karakteri Sosuke Sagara. Kendisi terörizme ve uyuşturucu ticaretine savaş açmış özel bir askeri organizasyon olan Mithril’in üyesidir. Profesyonel bir “Arm Slave” (bildiğiniz içinde oturularak kontrol edilen dev robot) kullanıcısı ve birinci sınıf bir asker olan Sosuke’nin son görevi ise diğerlerinden biraz farklıdır. Görevi takım arkadaşları Kurz Weber ve Melissa Mao ile lise öğrencisi Kaname Chidori’yi gizlice korumaktır. Görev gereği Chidori’nin okuduğu liseye yazılan Sosuke artık enerjik Chidori’nin gölgesi olacaktır çünkü Chidori aslında sıradan bir kız değildir ve karanlık güçler de onun peşindedir.

Full Metal (veya Fullmetal) Panic’in konusu aslında klişe. Çatışmadan çatışmaya koşmuş kahraman bir asker ve korumakla görevliği olduğu normal kız. Neden bu kadar düşük puan verdiğime (hatta bugüne kadar yapılmış tüm incelemelerde en düşük notu bile vermiş olabilirim) gelirsek; klişe konusunun da elbette biraz etkisi var ama bilindik senaryoları tekrar tekrar işleyerek harikalar yaratan animeler de yok değil. Düşük puan vermemin sebebi animenin bana sanki 3. sınıf bir aksiyon hissi uyandırmasıdır. Full Metal Panic konusu bir yana aksiyon sahneleri ve karakterleri ile bana çok zorlama yapılmış bir anime gibi geldi. Aksiyon sahnelerinden ben hiç zevk alamadım. Gerek Arm Slave robotları gerekse birebir olsun dövüş sahneleri bana çok yapmacık ve sıkıcı geldi. Animeyi sevenler bana şimdi tepki gösterebilir, sunduğu mazeretlere bak diyebilir ama sarmadı mı sarmıyor işte. Anlatmak istediğim, Full Metal Panic bana bayat geldi ve 9. bölümden sonra da animeyi bırakmaya karar verdim. Kim bilir, belki esas konu o zaman başlıyordur ve anime toparlanıyordur ama dokuz bölüm boyunca anime bana hiç zevk vermiyorsa ya bende ya da animede bir sorun var derim ben:) Tabi bir de karakterler var. Chidori hariç çoğu karakteri de ben beğenmedim. Sosuke ana karakter olarak çok itici. Hal ve tavırları, her yerde sergilediği askeri tavırları ile ben onunla empati kuramadım. Ayrıca kötü adam Gauron da berbat bir karakter. Gerçek bir kötü adam dediğin ya “çıktı aslan, bakalım şimdi ne yapacak” dedirtir ya da “bir geberemedi gitti” gibi sanki sizin de düşmanınızmış gibi hissettirir. Lakin Gauron çıktığında ben yine mi şu berbat adam çıktı deyip sıkıntıya giriyordum. Animenin artısı olarak ise komedi yanını gösterebilirim. Az olan komedi yönü başta Chidori ile çok iyi işlenmiş. Yani komedi yönü gerçekten komedi olmuş.

Çizimleri ile Full Metal Panic sizlere eski tarz anime havasını güzel yansıtıyor. Renkli saçlar ve kocaman gözlerle buram buram nostalji kokuyor animenin ilk sezonu. Ve her ne kadar aksiyon sahnelerini beğenmesem de ortamı ve verilmek istenen havayı iyi vermiş. Müzikleri için de pek söyleyecek bir şeyim yok. Fena olmayan bir açılış ve kapanışa sahip animenin bölümler esnasında çalan parçaları da fena sayılmaz.

Kısacası Full Metal Panic beni hiç sarmadı ve dediğim gibi sanki 3. sınıf bir Steven Segal filmi izliyormuşum gibime geldi. Dolayısıyla ikinci sezona hiç girmedim bile. Eğer eski tarz ve en önemlisi Mecha’dan hoşlanıyorsanız benim aksine belki animeyi beğenebilirsiniz ama benim için Full Metal Panic kötü bir deneyim oldu. Ayrıca Full Metal Panic’in “Fumoffu” adı altında sadece komedi olarak çekilmiş, ova tadında 11 bölümlük bir serisi daha bulunmakta. Belki ben sadece bu seriyi izlemeliydim:)




14 Eylül 2012 Cuma

Ano Natsu de Matteru

Yönetmen: Tatsuyuki Nagai
Stüdyo: J.C. Staff
Tür: Komedi, Romantizm
Yapım Yılı: 2012
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/7

 



Kaito Kirishima, artık birçok animeden alıştığımız üzere sıradan bir lise öğrencisidir. Bir akşamüstü dedesinden kalma kamerasıyla etrafı çekerken ansızın havadan gelen bir ışık dalgası görür ve ışığın yarattığı etki ile barajdan aşağıya düşer. Elbette kötü son gerçekleşmez ve Kaito gözlerini evinde, odasında açar. Tek hatırlayabildiği ise hayal meyal barajdan düştüğü ve bir elin onun elini tuttuğudur. Ertesi gün ise okulu yeni bir kız öğrencinin dedikodusu ile çalkalanmaktadır. Ichika Takatsuki adlı yeni kız fiziksel özellikleri ile herkesin dikkatini çekmektedir. Bu arada, Kaito ve arkadaşları yaklaşan yaz tatilinde kendi aralarında bir film çekmeye karar verirler ve biraz da şansla da olsa bu filme yeni kız Ichika ve onun ilk arkadaşı garip Remon (veya Lemon) Yamano da dahil olur. Böylelikle beş kişilik bir arkadaş gurubu önceleri film çekmeye başlasa da günler geçtikçe birbirleri ile olan arkadaşlıkları, Ichika’nın sırrı ve aşkları derken film olayı gölgede kalmaya başlar ve ilişkiler ön plana çıkar.

Anno Natsu de Matteru (Waiting in the Summer) adlı anime hızlı bir giriş ile start alıyor. Ichika’nın dünya dışından gelmesi (spoiler sanmayın, daha ilk bölümden beri belli çünkü) ve etrafına uyum sağlamaya çalışması ve en önemlisi Kaito ile karşılaşması falan çok hoş. Fakat 4. ve 5. bölümden son iki bölüme kadar anime tam bir klişe olan o onu seviyor, onu seven diğerini seviyor, sevilen de ötekini seviyor olayına bürünüyor ve açıkçası ilk bölümlerde aldığım tadı bir daha alamadım. Ichika’nın olayı tamamen arka plana itiliyor ve tamamen aşk üçgenlerine, hatta dikdörtgenlere ağırlık veriliyor. Son iki bölümde de yine Ichika’nın olayına dönüp fena da olmayan bir sonla anime sona eriyor. 12 bölüm animeye tam yetmiş çünkü daha fazlası şahsen bana fazla gelirdi. Pozitif olarak ise animenin komedi yönü hoş ve hafiften dekolte olayları ile güzel süslenmiş. Ayrıca Ichika’nın MIB’ten (Men in Black) korkması falan küçük ama hoş bir ayrıntı olmuş. Bu arada, sanırsam anime doksanlı yıllarda geçiyor çünkü bir tane bile bilgisayar veya cep telefonu göremedim.

Animenin çizimleri hoş ve klasik anime çizimleri. Rengarenk saçlar ve kocaman gözlerle göğüsler yine bizlerle. Mekan çizimleri güzel, anime yaşatman istediği atmosferi çizimleri ile yansıtmayı başarmış. Tek dikkatimi çeken yaz tatili olmasına rağmen bazı günler yine üniformalarını giyiyorlar. Hani film çekmek için diyorum, giydikleri bölüm kameraya el sürmüyorlar. Yani yaz tatilinde olacaksın da mecbur olmadıkça üniforma giyeceksin? İlgincime gitti. Müzikler ise orta şekerli, açılış ve kapanışta sevmesem de animeye uygun müzikler seçilmiş. Bölümler esnasında çalan parçalar da hiç fena değil. Seslendirmelerde ise Kanna’nın seslendirmesi benim çok hoşuma gitti. Hanazawa Kana’dan sonra en beğendiğim ikinci seyyu Ishihara Kaori oldu diyebilirim.

Ano Natsu de Matteru internette gördüğüm kadarı ile Onegai Teacher ile sıkça karşılaştırılmış ve kaba olacak ama çakması olarak nitelendirilmiş. Zaten Ano Natsu de Matteru’nun ekibinde Onegai Teacher ve Onegai Twins’te görev yapmış birkaç kişi mevcut. Gerçekten çok mu benziyor, çok mu kırpılmış bilemem çünkü Onegai serilerini ben izlemedim ama Ano Natsu de Matteru’yu tek başına ele aldığımda anime bence sade, ancak alternatif olabilecek kaliteye sahip vasatı ancak geçmiş bir anime.

6 Eylül 2012 Perşembe

Chihayafuru

Yönetmen: Morio Asaka
Stüdyo: Madhouse
Tür: Günlük Hayat, Kart Oyunu
Yapım Yılı: 2011
Bölüm Sayısı: 25
Anime Puanı: 10/8
















Seriye ismini de veren Chihaya Ayase’nin 6.sınıfa kadar olan tek hayali model olan ablasının büyük başarılara imza atmasıydı. 6. sınıftayken Chihaya, Arata Wayata adlı kendi halinde, sessiz bir genç ile tanıştıktan sonra kendi büyük hayaline de kavuşur. Arata tutkulu bir “karuta” oyuncusudur. Basit bir anlatımla karuta bir kart oyunudur ve karuta oynarken hız, dikkat, hafıza ve reaksiyon vermek çok önemlidir. Chihaya, Arata’nın karuta’yı tutkulu bir biçimde oynamasından çok etkilenir ve bir diğer arkadaşı Taichi Mashima ile beraber karuta oynayama başlar. Artık Chihaya’nın da tek ve kendisine ait olan bir hayali vardır; nasıl Arata erkeklerde en iyi karuta oyuncusu unvanı olan “Master” yani Usta olmak istiyorsa Chihaya da kadınlara verilen unvanı ile “Queen” yani Kraliçe olmak istemektedir. Chihaya, Arata ve Taichi’nin sıkı arkadaşlığı ne yazık ki çok uzun sürmez. Arata kişisel sebepten dolayı ve Taichi de iyi bir okula gidebilmek için beraber okudukları okuldan ayrılırlar. Şimdi Chihaya liseye gitmektedir ve aradan üç sene geçmiştir. İlk bakışta manken ablası gibi güzelliği ile herkesin dikkatini çekse de aslında sakar ve derslerinde pek başarılı değildir ama iyi bir karuta oyuncusu olma yolunda önemli adımlar atmıştır. Üstelik üç sene aradan sonra Taichi ile yeniden aynı lisededir. Arata’dan haber alamasa da Taichi ile aynı okulda olmaktan mutluluk duyan Chihaya, ondan okulda bir karuta kulübü açmasına yardım etmesini ister. Lakin kulübün kurulması için üç kişi daha gerekmektedir ve küçük bir kulüp olarak kurulan karuta kulübünün maceralarının temeli de böylece atılmış olur.

Chihayafuru anlayacağınız üzere karuta adlı oyunu temel alan bir anime ve olaylar tamamen karuta etrafında gelişiyor. Ama anime buna rağmen sizi karuta ile pek fazla boğmuyor. Yani demek istediğim kuralları ile olsun her en ince ayrıntısına falan girilmemiş ve oyun daha ziyade yüzeysel olarak ele alınmış. Zaten durum tam tersi olsaydı Chihayafuru’yu sonuna kadar izleyebileceğimi hiç zannetmiyordum. Örneğin Saki adlı animede temel alınan oyun Mahjong’tu ve acayip ayrıntısına girilmişti, öyle ki o incelememde Mahjong bilmiyorsanız izlemeyin demiştim. Bu animede ise karuta bilmeseniz de animeden zevk alabilirsiniz. Ha, karuta adlı oyunda anlamadığım noktalar var mı? Elbette var, ama yapılmak isteneni ve amacı bildiğiniz için pek fazla anlamasanız da oluyor. Yani kısacası demek istediğim, Chihayafuru’yu izlemek için karuta bilmenize gerek yok. Şahsen ben animeye başlayana kadar karuta ismini bile duymamıştım ama animeye büyük bir tutkuyla olmasa da severek ve sıkılmayarak izledim.

Anime genel olarak kaliteli bir çizgide ilerlese de ufak tefek hatalar, daha doğrusu tuhaflıklar gözüme çarpmadı diyemem. Misal 6. sınıftayken küçücük olan çocuklar sadece üç sene içinde nasıl bu kadar dev gibi oldular, anlayamadım. Bana göre biraz fazla uzamışlar:) Ayrıca Chihaya’nın her karuta mücadelesinden sonra şak diye olduğu yere yığılıp uyuması açıkçası saçma. Chihaya’ya değişik bir özellik katılmak istenmiş ama bence olmamış. Böyle ufak tefek şeyler dışında animede göze batan büyük hatalar yok. Anime güzel ve en önemlisi gerçekçi bir çizgide ilerliyor. Yani diğer çoğu spor veya başka oyun temalı animelerdeki gibi sıfırdan başlayıp hemen zirveye ulaşma olayı Chihayafuru’da yok. Chihaya bir Tsubasa veya bir Yugi değil. Chihaya ancak üç sene içinde A sınıfı bir karuta oyuncusu olmayı başardı (spoiler sanmayın ilk iki bölüm Chihaya ve arkadaşlarının küçüklüğü iken üçüncü bölümden sonra günümüze, yani üç sene sonrasını konu alıyor.) ve sanmayın ki Chihaya ve ekibi her kupaya takip. Anime daha çok karakterlerin karutaya olan tutkusunu, çabalarını ve kendilerini nasıl geliştirmeye çalıştırdıklarını konu alıyor. Ayrıca 16. bölüm de bir tekrar bölümü olarak karşımıza çıkıyor.

Görsel olara Chihayafuru oldukça kaliteli bir anime. Özellikle Chihaya çok sempatik ve hoş bir karakter. Lakin animede karakterler bakımından küçük bir dengesizlikte bulunmakta. Chihaya’yı geçtim, ablası zaten manken ve kendiside bir hayli güzel ama Taichi’nin de yakışıklılığı ile ondan aşağı kalır yanı yok ve bu ikilimiz yüzünden diğer karakterler biraz gölgede kalmış. Sanki Chihaya ve Taichi başka bir animeden gelmiş gibi duruyorlar. Bu küçük ama ilginç ayrıntı dışında görsel olarak anime sağlam. Animenin müzikleri ise çok etkileyici değil ama anime ile uyumlu. Şu an mesela animenin öyle aklımda kalan, beni etkileyen bir müziği yok ama tam tersi şekilde kötü bulduğum da yok.

Özetle Chihayafuru ilginç bir kart oyunu olan karuta temalı hoş bir anime ve bahsettiğim gibi karutadan anlamasanız bile anime kendisini gayet rahat izlettirebiliyor. Bu yüzden hem gerçekçi hem de değişik konusu olan bir anime arıyorsunuz Chihayafuru’ya bir göz atabilirsiniz. Ayrıca animenin ikinci sezonu da resmi olarak duyuruldu.

26 Ağustos 2012 Pazar

Ga-Rei: Zero

Yönetmen: Ei Aoki
Stüdyo: AIC Spirits
Tür: Aksiyon, Dram, Doğaüstü
Yapım Yılı: 2008
Bölüm Sayısı: 12
Anime Puanı: 10/8.5

















Ga-Rei: Zero adlı anime, yine Ga-Rei ismini taşıyan mangasının öncesinde olanları konu almaktadır. Yani “prequel” diye tabir edebileceğim anime mangaya bir ön hazırlık niteliğindedir ve son bölümünün son kısmı, mangasının başıdır.

Kagura Tsuchimiya, Çevre Bakanlığı’na bağlı gizli Doğaüstü Afetleri Önleme Merkezi çalışanlarının bir üyesidir. Adından da anlaşılacağı üzere bu birim görevi normal insanların göremediği hayaletler ve benzeri tehlikeli varlıkları dünya üzerinden silmektir. Ayrıca Tsuchimiya ailesinin bir özelliği daha vardır; bu aile şeytani varlıkları avlamak için nesiller boyunca bir başka doğaüstü varlık olan Byakuei adındaki varlığı kullanmaktadır. Ansızın bir akşam hayalet sayısında hiç beklenmeyen dengesiz bir artış olur. Üstelik işin içinde A kategorisi (Doğaüstü varlıklar A’dan D’ye kadar sıralanmıştır ve tahmin edeceğiniz üzere A en güçlüsüdür.) bir varlık vardır. Üstelik bu varlık Savunma Bakanlığı’na bağlı ve birazdan bahsedeceğim olan 4. Ekip başta olmak üzere tüm özel birlikleri yok etmiştir. Çok geçmeden Kagura ve birliği bu varlığın kısa süre önce hastanede kaybolan, Kagura’nın en iyi arkadaşı, ablası olarak gördüğü Yomi olduğu anlaşılır. Herkes birbirine “neden” ve “nasıl” sorularını sorarken anime başa sarar ve Kagura ile Yomi nasıl en iyi arkadaşken bu hale geldiklerini, Yomi’nin nasıl bu denli acımasız bir katile, en önemlisi A sınıfı bir varlığa dönüştüğünü konu alır. 10. bölümden sonra ise bekleneceği üzere olaylar tekrar günümüze gelir ve anime ilk paragrafta bahsettiğim üzere mangaya giriş yaparak son bulur.

Ga-Rei: Zero adlı anime benim şu ana gördüğüm en ilginç, en tuhaf ve en şok edici açılışa sahip dersem emin olun abartmamış olurum. Çünkü aslında yukarıdaki paragrafımda anlattığım ikinci bölüm. İlk bölüm Savunma Bakanlığı’na bağlı özel 4. Ekip’le start alıyor ve animenin kahramanlarının aslında bu ekipteki Kanze Touru ve arkadaşlarının olduğunu sanıyorsunuz. Anime aslında B sınıfı varlıkların olay çıkartması ve başta 4. Ekip ile diğer özel birliklerin olaya müdahale etmesi ile hızlı bir başlangıç yapıyor. Öyle ki, Touru karizmatik tavırları ve kullandığı çifte yarı otomatikle, arkadaşı Natsuki de motosikleti ile hızlı ve sükseli bir giriş yapıyor. Hatta Kanze’nin flashbackleri, yani Aoi adlı bir kızı hatırlamaları ile falan karakterlere iyice bir alışıyorsunuz. Başarılı geçen bir operasyondan sonra 4. Ekip kendi arasında küçük bir kutlama yaparken ansızın Yomi ortaya çıkıyor ve hepsini katlediyor. Evet, animenin kahramanları sandığımız bu karakterler, gösterilen flashbacklerle derin bir geçmişe sahip olduğunu sandığımız Touru ve ekibi ilk bölümün sonunda ölüyor ve esas ana karakterler olan Kagura ve arkadaşları animeye giriş yapıyor. Tabi izleyici olarak da benim gibi ağzı açık kalıveriyorsunuz. Sonra dediğim gibi ikinci bölüm başlıyor ve animeye esas giriş o zaman yapılıyor. Şahsen ben daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim; sağ gösterip sol vurma herhalde bu olsa gerek.

Hızlı ve sükseli bir giriş yaptıktan sonra anime 3. bölümden sonra biraz durulmaya başlıyor. Kagura’nın Çevre Bakanlığı’na bağlı özel ekibe girmesi, Yomi’nin onu himayesi altına alması, beraberce doğaüstü varlıklara karşı savaşmaları ve en önemlisi birbirleri ile olan ilişkileri anlatılıyor. Doğal olarak da atmosfer biraz daha düşüyor ve animenin dram yanı ağır basmaya başlıyor. Açıkçası anime bu bölümler esnasında biraz sıradanlaşıyor. Yani öyle bir başlangıcın yanında sıradan olmasa bile biraz monotonluk hissedebiliyorsunuz. 10. bölümden sonra da zaten tamamen aksiyon dolu sahneler ile anime güzel bir veda ediyor. Senaryo namına göze batan öyle büyük kusurlar yok. Benim tek sıkıntım 4. Ekip. Biraz spoiler olacak bundan sonrası ama 4. Ekip katledildikten sonra bir daha adı bile anılmıyor. Oysa Touru’nun flashbacklerinde Aoi adlı bir kızın ölümünü gösterirken yanında Yomi de vardı ve maalesef ekibin ölmesi ile bu olay havada kalıyor. Belki mangada vardır diyeceğim ama pekte ihtimal vermiyorum. Yani anlayacağınız 4. Ekibin bir bölümde kullanılıp atılması açıkçası beni biraz üzdü ve puan kırmama neden oldu. Çünkü 4. Ekibin etkisi tüm animeyi izlerken devam etti ve bir ismin bile geçmemesi üzücü. Kusura bakmayın, spoiler oldu ama yazamadan da edemedim. Bunun dışında Kagura ve Yomi’nin okullarına kılıçları ile gitmesinin dışında bir acayiplik göremedim. Şahsen ben okuduğum zaman okula kocaman bir katana götürseydim herhalde elden ele dolaşırdı :)

Çizimleri bakımından animede herhangi bir yenilik, göze batan bir durum yok ama şiddet ve kan efektlerinin bolca kullanılması hoş olmuş. Aksiyon sahneleri gayet akıcı ve hiç sıkmıyor. Bir bölümde Kagura ve Yomi’nin banyodayken göğüslerinin sergilenmesinden bile çekinilmemiş. Ga-Rei: Zero’nun müzikleri ise animeyi bir kademe yukarı taşımış. Anime esnasında çalan parçalar tam yerinde kullanılmış ve atmosfere katkıları büyük. Açılış parçası da hiç fena sayılmaz. Kapanış parçası ise biraz sıradan olsa da kötü değil. Bir de sadece ben mi benzettim bilemem ama Yomi acayip derecede Tasogare Otome x Amnesia'daki Yuuko'ya benzettim. Aslında çıkış tarihlerine bakarsak Yuuko, Yomi'ye benziyor tabi ama herhalde Tasogare'yi de kısa bir zaman dilimi önce izlememin ektisi olacak ki hemen o geldi aklıma:)

Sonuç olarak Ga-Rei: Zero hızlı ve şaşırtıcı bir başlangıç yapıyor, ortalara doğru biraz yavaşlıyor ve sonlara doğru hızlanıp güzelce sona eriyor. Şahsen ben animeyi bitirdikten sonra yine bitmiş olan mangasına da başladım ve umarım tez zamanda manganın da animesine kavuşuruz. Benim görüşüm, Ga-Rei: Zero’yu sırf sıra dışı girişi için bile olsa izlemeniz yönünde.

21 Ağustos 2012 Salı

From Up On Poppy Hill

Yönetmen: Goro Miyazaki
Stüdyo: Studio Ghibli
Tür: Günlük Hayat
Yapım Yılı: 2011
Bölüm Sayısı: Film
Anime Puanı: 10/7





















Orijinal adı ile Kokuriko Saka Kara (Türkçe adı ile Tepedeki Ev), Hayao Miyazaki’nin oğlu olan Goro Miyazaki’nin Tales from Earthsea’dan sonra ikinci film denemesidir. Kokuriko aslında Fransızca bir kelime olan “Coquelicot”un Japonca söylenmiş şeklidir ve “Corn Poppy” yani gelincik anlamına gelmektedir.

Anime, Yokohama limanına tepeden bakan bir evde yaşayan 16 yaşındaki Umi Matsuzaki’yi konu alıyor. Umi her sabah düzenli olarak bahçelerindeki işaret bayraklarını (denizciler için) dalgalandırır ve düzenli olarak bunu yaptığı için denizciler arasında bir nevi ün bile yapmıştır. 91 dakikada Umi’nin aynı okulda okuduğu Shun ile olan ilişkisi, Latin Köşesi adlı kulüp binasının yıkılmaması için verilen mücadele ve sade ama içten hayatından ufak bir kesit anlatılmaktadır.

Animenin yukarıdaki paragrafımdan ziyade belirtebileceğim bir senaryosu, takip ettiği bir hikâye yok. Tepedei Ev tam bir günlük hayatı konu alan bir anime ve açıkçası bu husus bence biraz fazla kaçmış. Elbette anime kötü değil, Latin Köşesi’nin yıkılmaması için verilen çabayı izlemek hoş ama insan yinede özel bir şeyler bekliyor. Ghibli yapımları bana göre içlerinde ikiye ayrılıyor; Ruhların Kaçışı ve Yürüyen Şato gibi fantastik harika animeler ile Yüreğin Sesi ve Dün gibi günlük hayatı konu alan animeler. Ve her ne kadar harika çizimlere sahip olsalar da günlük hayat temalı animeler eğer az da olsa sıradan ve ilgi çekici bir şeyi konu almıyorsa çoğu izleyicinin benim gibi bir yerden sonra dikkati dağılabilir. Anlatmak istediğim; Umi’nin hayatı iyi hoşta ben ilgi çekici bir şey bulamadım. Dediğim gibi kötü değil ama ilginç de değil. Ne dram yönünden fazla duygulandım, ne komedi yönünden fazla güldüm. Umi sabahları uyanıyor, okula gidiyor, Shun ile konuşuyor, Latin Köşesi’ne uğruyor, uzaktaki annesini özlüyor derken son on dakika anime hızlanıyor ve bitiyor. Kısacası insanda bir etki bırakmıyor.

Tepedeki Ev’in çizimlerinden herhalde fazla detaylı bahsetmeme gerek yok. Studio Ghibli deyince çoğu insanın aklına gelen zaten harika çizimlerdir. Tepedeki Ev’de de bu hususta bir değişiklik yok. Manzara çizimleri, dağ, bayır, çimen, deniz, hepsi harika. Her kareden ayrı bir duvar kâğıdı olur desem abartmam herhalde. Karakter çizimleri de klasik Ghibli karakterleri. Her Ghibli incelememde bahsettiğim gibi bu seferde bahsetmeden geçemeyeceğim; karakterler yine diğer Ghibli animelerindeki karakterlere çok benziyor:) Müziklerde de işler gayet yolunda. Animede bolca şarkı söyleniyor ve gerek müzikleri gerekse çizimleri ile 1963 veya 1964 yılı (Tokyo olimpiyatlara hazırlanıyor ve tahminimce anime 63 veya 64 yılında geçiyor) çok güzel yansıtılmış. Seslendirmelerde ise Shun'un sesi sanki biraz kalın olmuş gibi. Yani o kalıba o ses açıkçası dikkatimi çekti.

Sonuç olarak bir Studio Ghibli yapımı olsa da çizimleri hariç Tepedeki Ev bana göre sıradan bir anime. Lakin Goro Miyazaki için ikinci anime denemesinde bir seviye daha atlamış diyebilirim. İlerleyen zamanlarda eminim başta Goro Miyazaki’den olmak üzere Studio Ghibli’den yine o harika ve fantastik animelerden biri gelecektir.